| ISBN13 978-975-342-998-6 | 13x19.5 cm, 160 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Tuğba Sivri, "Kimliksizliğe Doğru Bir 'Uzun Yürüyüş'", oggito.com, 15 Haziran 2018 Sloven Marksist düşünür Slavoj Zizek, Ahmet Ergenç tarafından 2018’de Türkçe’ye kazandırılan Şiddet adlı kitabında, her türlü uğraşa rağmen etrafımızı çepeçevre sarmasını engelleyemediğimiz şiddet üzerine ufuk açıcı tartışmalara giriyor. Zizek, “meşru” ve “gayrimeşru” şiddet ayrımının tehlikelerinden bahsederken “Şiddet nereden gelirse gelsin karşıyız” tavrının da aslında şiddeti beslediği, güçlü olanın yanında bir konumu imlediği yönünde argümanlar geliştiriyor. Zizek’e göre: “Günümüzde biz tehdit eden şey edilgenlik değil, sözde etkinliktir, “etkin” olma, “katılma”, olup bitenlerin hiçliğini maskeleme itkisidir. İnsanlar sürekli müdahale ederler, “bir şeyler yaparlar”, akademisyenler anlamsız tartışmalara katılırlar vesaire. Gerçekten zor olan şey geri adım atmak, geri çekilmektir. İktidardakiler sessizliktense “eleştirel” bir katılımı bile tercih ederler – bizi “diyaloga” sokmak, meşum edilgenliğimizi kırmak isterler. (…) Bazen hiçbir şey yapmamak, yapılabilecek en şiddetli şeydir.” [1] Zizek’in bahsettiği bu eylemsiz şiddet halini anlamak biraz zor oldu benim için. İnsanı kolayca nihilist bir hareketsizliğe itebilecek bir düşünce gibi geldi. Tam da o sırada Şiddet’le aynı anda okuduğum bir roman, Zizek’in çözüm yolu hakkında daha net bir fikre sahip olmamı sağladı. Nitekim edebiyat, “toplumu yansıtmak” gibi kolaycı bir işlevden çok daha fazlasına, çözüm yolu sunabilme ve dünyayı anlamlandırabilme, bir adım ötesine dair bir manzara sunabilme yetisine sahip bir sanat dalı. Ayhan Geçgin de günümüz Türkiye edebiyatçıları arasında sanatın bu imkânını sonuna kadar kullanabilen bir yazar. Geçgin, Uzun Yürüyüş’te bize “eylemsiz etkinlik” halini romanlaştırmış kanımca. Roman, baştan sona uzun bir yürüyüşü anlatıyor gerçekten. Amacı olmayan, nereye varacağı bilinmeyen, sadece “insan seslerinden acı duyduğu” için insansız, ıssız bir dağ başına gitmek isteyen bir adamın yürüyüşü. Romanın, bireysel olanla toplumsal olanın arasındaki sanal ayrımı yıkan; bedene, doğaya, somut varlığa dönerek dünyayı, kalabalığı, toplumu gören seyri, Geçkin’in akan, kendi yatağını bulan diliyle birleşince bir manifestoya, bir “eylemsiz etkinlik” manifestosuna dönüşüyor. Sıradan, “senin benim gibi” bir hayatı olan, annesiyle yaşadığı mahalleden hiç uzaklaşmamış bir adamın bir sabah evi terk edip yola düşmesiyle başlayan hikâye, adamın önce kıyafetlerini, “kimlik kartını” ve sonra kimliğini, adını, hatta cinsiyetini üzerinden çıkarıp atmasıyla sürüyor. Sokakta yaşamaya başlayıp kendini kâğıt toplayıcılarının, dilencilerin, “çapulcuların” arasında bulan genç adam, adı Erkan ya da Mahmut ya da başka bir şey, açlıkla, yorgunlukla, yediği dayaklarla bedenine hem yakınlaşıyor hem de bedeninin sınırlarının sandığı kadar dar çizgileri olmadığını keşfediyor. “Bir soğan zarı gibi kat kat soyulacağını sanırken aksine bir ağaç kütüğü gibi kat kat kabuk bağlayarak”, hastanelerden, nezarethanelerden, parklardan, kağıt toplayıcıların kulübelerinden, tarlalardan, bostanlardan geçerek yoluna devam ediyor. Bu sırada Gezi’nin çapulcularını, polis şiddetini, çapulcu tedavi etmeyi reddeden doktorları, göğe uzanan gökdelenleri, taş atan çocukları, yani adeta ülkenin tamamını panoramik bir seyirle izliyoruz. Ama bunları didaktik bir üslupla ya da “meşru şiddet”e karşı bilindik bir isyanı parmak sallayarak yüzümüze vuran bir dille yapmıyor Geçgin. Tüm bunlar, tam da Zizek’in bahsettiği şekilde, eylemsizce kahramanın üzerinden geçiyor: “İnsan ancak radikal bir şekilde tekilken, toplumsal kimliklerin çatlaklarında gerçekten evrensel olabilir.” [2] Ama yürüyüş sürüyor, bütün yorgunluğa, açlığa, hatta amaçsızlığa rağmen yürüyüş bitmiyor. Belki tam da bu nedenle bu eylemsizlik, olaylara “karışmama” hali, etkin bir şiddete dönüşüyor. Artık bir ismi yok kahramanın. Kimsenin muhatabı değil, kimse, ne polis ne doktorlar ne “ahali” onunla diyaloga giremiyor. Bu haliyle dokunulmaz. Ne bir kurtarıcı ne de kurtarılmayı bekliyor. Sadece yürüyor. Peki neden? Bir amaç olmaksızın sadece geçip gitmek, yürümek için yürümek mümkün mü? “Gözlerini açıyor, bir amacım var, diyordu kendi kendine, yüksek sesli olduğunu düşündüğü bir sesle. Peki, neydi bu amaç? Ne olduğundan artık pek emin değildi. Yalnızca içinde bir ses ya da itki gibi bir şey, bir buyruk gibi ona yeniden yola koyulmasını söylüyordu.” [3] İnsan seslerinden kaçarak bir “sessizlik” bulmak, kendi sesini bile yitirmek isteğiyle yola çıkan, ama yine “kendi sesine” kapılan bir “yürüyen”. Yürüdükçe kendini ikileşmiş hissediyor, bazen önünde bazen de arkasında yürüyen diğer kendine bakarken “ikisiyle birlikte aynı anda görüp duyabilseydim en iyisi olurdu” diye düşünüyor, sonra kendisiyle çok ilgilendiği için yine kendine kızıyor. Bir tanrı aramak, kendini aramaktan çok daha kolay diyor kahraman; kendini bulduğunda gerçekten bulup bulmadığından emin olamazsın çünkü. Bütün bu sorgulamalar hep bir halsizlik, açlık, susuzluk ya da bunun gibi bedensel bir arızayla bölünüyor, beden ve ruhun yüzyıllardır sorgulanagelen ikiliği anlamsızlaşıyor. Adsız kahramanın bedeniyle tek sorunu açlık ve yorgunluk değil. Cinsel organı da zamanla yabancılaştığı, anlamsız bir parça ete dönüşüyor. Yürüyüş bütün kimliklerinden, isminden, cinsiyetinden, ailesinden soyuyor yürüyeni. Bu anlamda erk alanında bulunmayan bütün ötekileri bünyesinde toplayan, anonim bir kimlik kazanıyor aslında. “Organlarım parça parça düşmeye başlasa önce bu et parçası düşer herhalde.” Yürüyüş sonunda anlamadığı bir dilin, Kürtçenin konuşulduğu bir doğu iline varıyor. Jandarma tarafından sorguya çekiliyor, sadece yürüyüşe çıktığını söylemesi, kimliksiz dolaşmanın yasak olduğu bir zamanda ve yerde kimliksiz dolaşan biri için çok “lüks”. Kutu gibi bir yerin dört tarafına karakol yapan bir korku için fazla lüks. Çünkü “küresel kapitalizmin sağladığı, göklere çıkarılan serbest dolaşımda serbestçe dolaşan “şeyler”dir (yani “metalar”dır), “kişiler”in dolaşımı ise git gide daha da denetim altına alınmaktadır.” [4] Tüm bu sorgulamalar, nezarethaneler, hastaneler sonunda insanlardan tamamen kaçmak için bir dağa çıkmaya başlayan yürüyüşçü, burada da sesten kurtulamıyor. Ses hep var, söz olmasa bile var. “Seninki bir uçurumun kıyısında desteksiz, yoldaşsız bir yürüyüştür, meçhul adam. (…) Bu savaş belki bitmiştir, belki daha bitmemiştir. Ama bak, savaş artık her yerde.” [5] diyen bir ses hep var. Bu dağ başında, iki metrelik mağarada bile süren bir savaşı hatırlatan bir ses. Dönüp dolaşıp yine şiddete ve çözümünün ne olabileceğine dair bitimsiz tartışmaya varıyoruz. Sahte bir etkinliğe karşı şiddetin içinden “yürüyüp geçmek” mümkün mü? Muhatapsız kalan bir şiddet var olabilir mi? Ya da Geçgin’in adsız, kimliksiz kahramanının dediği gibi: “Yeryüzü hâlâ geniş değil mi? Bu engin gök altında herkese bir yer yok mu? Benim için bir yer yok mu?” [6] Notlar [1] Slavoj Zizek, Şiddet, Encore, İstanbul, 2018: 194 Metne dön. [2] Zizek, a.g.e., s: 134 Metne dön. [3] Ayhan Geçgin, Uzun Yürüyüş, Metis, İstanbul, 2017:62 Metne dön. [4] Zizek, a.g.e., s: 98 Metne dön. [5] Ayhan Geçgin, a.g.e., s: 149 Metne dön. [6] Ayhan Geçgin, a.g.e., s: 110 Metne dön.
|