T. Onur Çimen, "Popüler edebiyatta Frankfurt Okulu’ndan yansımalar", T24, 2 Kasım 2017
Frankfurt Okulu’nun temsilcileri, kültür ve popüler arasındaki ilişkiyi, içinde bulundukları toplumsal dönüşüm sebebiyle çalışmalarının odakları arasına koydular. Adorno’nun kültür endüstrisinin ekonomi-politiği eleştirisi, Benjamin’in gelişen sanat üretim edimlerine dair çözümlemeleri, Marcuse’nin estetik kuramı hayli yankı uyandırırken, edebiyat ve popüler kültür arasında geniş araştırmalarda bulunan Leo Löwenthal, okulun diğer temsilcilerine nazaran daha az tanınıyor. Hitler’in 1933’te iktidara gelmesiyle Frankfurt Okulu’ndaki birçok arkadaşından daha önce ABD’ye kaçan Leo Löwenthal, yukarıdaki diğer isimler gibi, postmodernizmin baş gösterdiği zamanda, kültür ve sanat alanlarındaki evrimleri, yıkımları ve yeniden inşa sürecini gündeme taşıyor. Löwenthal’in Türkçeye çevrilen ilk kitabı Edebiyat, Popüler Kültür ve Toplum, İngilizce ilk baskısı 1961’de yapılan denemeler derlemesi. Güncel sanat ve kültürün bugün artık kabul gören kimi savlarına dair ilk tartışmaların yürütüldüğü kitap, temelde edebiyat ve popüler kültür arasındaki zorlu ve çoğu zaman her iki tarafın da birbirine mesafeli yaklaşımlarının kaynaklarına dair bir araştırma sunuyor. Günümüz popüler edebiyatın kökenine, “vitrinde” olan bir edebiyata farklı yaklaşımlarda bulunuyor.
Löwenthal, popüler kültürün sanılanın aksine çok da yeni bir görüngü olmadığını öne sürüyor; hatta 16’ncı yüzyılda Montaigne ve Pascal gibi düşünürlerin ortaya yeni çıkan ve gündelik hayata yavaşça sızan bu konu hakkında söylemlerini, popüler kültüre ilk eleştirel yaklaşımlar olarak alıntılıyor. Löwenthal bununla, yüksek sanat ve popüler kültürün gündelik hayat içindeki çekişmesinin tarihsel bir yanı olduğunu ve bu tarihselliğin kitapta bir araya getirilen ve karşılaştırılan çalışmalar için yöntemsel açıdan taşıdığı önemi vurgulamayı amaçlıyor. Edebiyat ve popüler kültürün karşılaştırmalı ve birliktelik içerisindeki incelemesinde, yazar Frankfurt Okulu’nun en belirleyici özelliklerinden biri olan disiplinlerarasılık ısrarını sürdürüyor ve söz konusu çalışmanın disiplinlerarası olması gerekliliğini şöyle savlaştırıyor: “Çünkü sanatın içine sızan bir popülerlik açık ki sadece sanatın terimleri içinde anlaşılamaz.” Bu noktada ister istemez akla Nurdan Gürbilek’in 80’ler Türkiye’sindeki kültürel iklim değişimine dair iddialarını sıralarken sorduğu bir soru, konuyu tamamıyla olumsal bir düzleme taşıyor:
“Örneğin, edebiyatın ana akımının dışından gelen, kendisini bir yazar olarak değil de bastırılmış bir yaşantının sözcüsü olarak görmeyi tercih eden Latife Tekin’in ya da Metin Kaçan’ın popülerliğini yalnızca edebiyat içi bir yenilikle açıklamak mümkün mü? Ya da 80’lerde, gene edebiyatın ana akımı dışında bir hapishane edebiyatı’nın ortaya çıkmasında, ne edebiyatın ne de siyasî dilin içeremediği bir mahrumiyetin kendi adına konuşma isteğini görmemek mümkün mü?” [1]
Bu alıntıyla birlikte hatırlamamız gerekense, Gürbilek ve hatta Löwenthal’den çok önce, Montaigne, Pascal, Goethe gibi isimlerin yanı sıra, 18’inci ve 19’uncu yüzyılın ünlü eleştirmenlerinin de, dönemlerinde üretilen eserlerde gördükleri yeniliğe dair getirdikleri sert tutumlarıdır. Löwenthal kitap boyunca yaptığı incelemede sıkça bu eleştirmenlerin, yeni popüler üretimi farklı yönlerden ele aldığını ve hepsinin de söz konusu gelişmeden hayli hoşnutsuz olduğunu vurguluyor ve kitap için merkezi önem taşıyan Alman ve İngiliz eleştirisi arasındaki farkı şöyle özetliyor:
“Sanatla ilgili kaygılar, bir bütün olarak kültürle ilgili kaygılardan daha az önemlidir; dikkat kurumsallaşmış toplumsal baskılar üzerinde odaklanır; konformizm tehdidi özellikle vurgulanır ve izleyicinin tutumunu, edilgenliğe, atalete ya da bayağı içgüdülere yönelik doğuştan gelen bir eğilim temelinde değil, toplumsal baskıların doğal sonucu olarak değerlendirmeye girişiminde bulunur.” [2]
Ne var ki, burada daha önemli gibi görünen şey, her iki eleştirinin de ortaklaştığı nokta, popüler ürünlerin seyirciyi “edilgenliğe” ya da “etkinsizliğe” sevk etme sorunudur ki bu da popüler kültürün hayal gücüne alan tanımayışını imler. Goethe ve Schiller için, zamanlarının sanatı açısından en başat sorunlardan biri olarak gördükleri durum, William Wordsworth gibi İngiliz şairlerini de oldukça endişelendirmektedir. Yani, onlara göre sanatın kitlesel konulara ve seyirciye yönelmesi, edebiyatta ne anlatı ya da karakterler açısından ne de hakikati (ki bu hakikatin ne olduğu da örnek verilen yazar ve eleştirmenlere göre değişiyordu) göstermede başarıya ulaşacağı anlamına geliyordu.
Kitabın ana odakları arasında en ilgi çekici olanlardan biri, sanatçı ve izleyici arasında değişen güç ilişkileri. Löwenthal açık şekilde bunun temel sebeplerinden birini izleyici kitlesinde radikal genişleme ve değişimin yanı sıra, modern hayatın kapitalist açılımlarıyla bağdaştırıyor. Boş zaman kavramının gündelik hayatı çalışma ve boş zaman olarak ikiye ayırmasıyla doğan eğlenme zorunluluğunu, modern insanın başlıca belalarından biri olarak gören erken dönem popüler kültür eleştirilerinde, tam da bu yüzden seyircinin edilgenliği ana konulardan biridir. Örneğin, Schiller’e göre, bu edilgenlik “biçimin deneyimlenmesine ve takdir edilmesine izin verir ama tözün deneyimlenmesine ve takdir edilmesine izin vermez.” [3] Aslında Schiller’in dediği şeye hiç de yabancı değiliz; günümüz edebiyatında salt biçimci yeniliklerin öne çıkarılıp, anlatının yavaşladığına dair yakınmalar tam da bahsi geçen durumun örneğidir. Fakat Schiller biçim ve töz arasındaki boşluktan söz ederken, şüphesiz ki salt edebî ya da sanatsal bir değerden bahsetmiyor; daha da ileri giderek, kimi kültürel ürünlerin salt bir biçim yaratma arzusuyla, özümsenmeden bir tüketim nesnesine dönüştürülmesine de göndermeler yapıyor. Yani, bugünlerde yine çokça konuşulan, sosyal medyada paylaşılan ve belli bir atmosferin içine oturtularak edebiyat güzellemelerinin yapıldığı fotoğraflar gibi.
Diğer yandan Löwenthal, bir vitrin dönüşümünden de bahsediyor; bunu modern çağın yüksek sanatında uzun süredir sanatçının eseri üzerinde tek başına sürdüğü mutlak otoritesinin, popüler kültür ve sanat arasındaki ilişkilenmenin kuvvetlenmesiyle önce sarsılmasına sonra da yavaş yavaş yok olmasına bağlıyor. Goethe ve çağdaşlarının, seyirciyi etkin bir konumlanmaya çağrısının, aslında onların aklındakine çok uygun olmasa da, kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasıyla birlikte 19’uncu yüzyılda gerçekleşmeye başladığını görüyoruz. Ne var ki, bu vitrin değişimi, yani kitlelerin yeni araçlarıyla popüler kültürü yüceltme yetkinliği, artık sosyolojik bir araştırmanın da bu konuya dâhil edilmesini kaçınılmaz kılıyor. Amerikan kültürünün en büyük eleştirmenlerinden, 19’uncu yüzyılın en önemli Fransız eleştirmen ve tarihçileri arasında yer alan Alexis de Tocqueville ve Hippolyte Taine gibi isimler için, kendilerini önceleyen dönemlerde popüler kültür eleştirilerinin merkezinde ahlakî değerler olması bir sorun yaratıyordu. Bu sorun da ancak popüler kültür fenomenini ahlakî bir incelemeden uzaklaştırmakla mümkün olacaktı. Yani Löwenthal’e göre, eserin vitrini tamamıyla yeniden şekilleniyor; vitrinin örgüsü sanatçının tekelinden çıkıyor ve artık sanatçı, izleyici kitle, kitle iletişim araçları ve eleştirinin bu araçlarca mümkün kılınan yeni olanakları ışığında vitrinde yeni ve yatay bir örgütlenmenin bir parçası oluyor. Ayrıca, eleştiri kıstasında da ahlakî olandan sosyolojik ve psikolojik olana doğru alınan bir yol söz konusu. Löwenthal’in popüler kültür öncesi sanattan bahsederken kullandığı şu sözler, ikili arasındaki çalışmalarda gözlenen değişim için de hayli şey söylüyor:
“…sanatçıyı etkileyecek daha az kitle iletişim aracı ve diğer iletişim kanalları mevcut olduğu için, belki de sanatçının (bilinçli ya da bilindışı biçimde) kendi standartlarını koyması daha olasıydı. Dahası, sanatçıya destek büyük oranda seçkinlerden geldiğinden dolayı, izleyicinin entelektüel ve estetik ölçütleri ile sanatçınınkilerin birbirinden fazla uzağa düşme olasılığı zayıftı.” [4]
Öte yandan bu sosyolojik ve psikolojik unsurların göz önüne alınması, şüphesiz ki Löwenthal’in de yazdığı dönemde, hatta daha da öncesinde, sanat ve kitle kültürünün de reddedilemez bir gerçekliğe sahip olduğunu defalarca göstermişti. Walter Benjamin de ünlü “The Storyteller” (Hikâye Anlatıcısı) makalesinde Rus gazeteci Nikolai Leskov’u yeni bir sanatçı örneği olarak sunar, devrimci bir hareket olarak kitle kültürünün sanata dönüştürülmesi gerekliliğini öne sürerek, bu hikâyeyi Löwenthal’in ele aldığı tarihçenin tam tersinden okuyarak açımlar. Benjamin’e göre Leskov’un takındığı tavır, bir gazeteci olarak komünlerde yaşaması ve Sovyetlerin üretim biçimine doğrudan katkıda bulunmasını savunur. Öte yandan Leskov, işçi birliklerinde gazeteler çıkmasına önayak olur ve işçilerin bu gazeteler içerisinde yazınsal emek üretmesini de sağlar. Yani, kitle iletişim araçlarını popüler olanın değil, politik olanın hizmetine sunduğu için, yeni bir sanat anlayışının müjdecisidir Benjamin için.
Löwenthal’in betimlediği değişim ve yeni ilişkilenmeler ağı, aslında edebiyat içerisinde de edebî ürünlerin konusu olarak bir süredir çeşitli taşlamalara maruz kalıyordu. Witold Gombrowicz’in Ferdydurke (1931) romanının hemen başında, kitabın 30 yaşındaki kahramanı uyanıp da kendini 17 yaşında bulduğunda edebiyat ve sanat çevrelerine dair eleştirileri, artık kimi yazarların bile yüksek sanat ve onun toplumsal imlerinden ne kadar rahatsız olduğunu gösteriyor. [5] Romanda yüksek sanat sosyetesinden, bu cenabın eleştirmenlerinin züppeliğinden ve bu toplum içerisinde yozlaşmanın ve bu topluma ait sanatçı olmanın kurallarının –yani Gombrowicz’in deyimiyle “olgunluğun”– karşısına konumlanan metaforik gençleşme –yani “toyluk”– duruşu edebî sanat içerisinde popüler olana değilse de “profesyonelliğe” bir başkaldırı olarak okunabilir.
Tüm bu örnekler ışığında, popüler kültür ve sanat arasındaki tartışmalı teğetler, açık ki ilk gündeme geldiği andan beri oldukça çetin bir şekilde devam ediyor. Fransız Devrimcilerinden tutun, Alman Romantiklerine, oradan 19’uncu yüzyıl İngiliz eleştiri dergilerine kadar her yerde karşımıza çıkan bu tartışma, Löwenthal’in olması gerektiğini iddia ettiği gibi, günümüzde artık interdisipliner bir alana taşınsa da henüz birinin diğerine üstün geldiğini söylemek hayli güç.
Notlar
[1] Vitrinde Yaşamak, Nurdan Gürbilek, Metis, İstanbul (2016) s.104. Metne dön.
[2] Edebiyat, Popüler Kültür ve Toplum, Leo Löwenthal, çev. Beybin Kejanlıoğlu; Metis, İstanbul (2017) s.63 Metne dön.
[3] A.g.e., s.60 Metne dön.
[4] A.g.e., s.21 Metne dön.
[5] Ferdydurke, Witold Gombrowicz, çev. Işık Ergüden; Ayrıntı Yayınları, İstanbul (1996). Metne dön.