Romansal Dirilişler, s. 9-15
Atılgan’ın Aylak Adam'ının ilginç bir yayımlanma ve kabullenilme tarihi var. 1958’de Yunus Nadi yarışmasında ikincilik aldıktan bir yıl sonra Varlık Yayınlarından çıkmış ve sınırlı bir övgüyle birlikte epey bir dirençle de karşılaşmıştı. Aynı yayınevinden ikinci bir basım gelmedi. On beş yıllık bir aradan sonra, 1974’te, Bilgi Yayınları kitabı bir kez daha çıkardı. O da orada kaldı. Ama aralık azalıyordu: üçüncü basımını on bir yıl sonra, 1985’te İletişim Yayınları yapacaktı. Sonra, Atılgan öldükten sonra, 1990’ların ortalarında (demek on yıl sonra) yeni kurulan YKY’nin kitapları arasında görüyoruz Aylak Adam'ı. Orada 10-15 yıl gibi bir süre içinde otuz küsur basımı yapılacaktır. Şu halde elli yıllık bir süre içinde kitabın ölüp ölüp dirildiğini ve sonunda bir “modern klasik” haline geldiğini söyleyebiliriz.
Bir “pop-sosyoloji” bu ilginç yayım tarihini bizim için fazla anlaşılır kılmaya yönelecektir: Aylak Adam'ın az okunduğu yıllar, 1960’lar ve 70’ler, bu ülkede şu ya da bu biçimiyle Sol’un kültürel hegemonyasını okur-yazarlara kabul ettirdiği bir dönemdi; oysa Atılgan’ın romanı “bireyci” bir yapıttı ve adı üstünde, bir aylağın, bir rantiyenin, demek hâkim sınıfların en “yoz” fraksiyonuna mensup bir kişinin öyküsünü anlatmaktaydı. Şüphesiz reddedilecek, art arda üç yayınevi o dönemde el yakan romanı bir an önce başkasına devretmeye uğraşacaktı. O zaman öykünün devamı da şöyle gelmeli: 1980 askeri darbesinde solun yaşadığı siyasal / zihinsel yenilgi ve bunun mümkün kıldığı sosyoekonomik dönüşüm, eski takıntılardan azade bir yeni okur kuşağının belirmesini sağladı ve böylece Aylak Adam da dirildi, ikinci hayatına kavuştu. Şimdi kitabı karakterin çıkmazını ve mensup olduğu sınıfın yozluğunu tespit etmek için değil, o yozluk sayesinde açığa çıkardığı derinlikleri izlemek için okumaktayız.
Büsbütün temelsiz olmayan bu “açıklamaya” karşı söylenebilecek şeyler var. Mesela kitabın ikinci basımını yapan Bilgi Yayınları o yıllarda Ahmed Arif ve Nâzım Hikmet’i de yayımlıyordu. Belki daha önemlisi, Aylak Adam'ı daha 1958’den beri savunan, Atılgan’ın katıldığı (ve birinciliği Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü romanına kaptırıp ikinci kaldığı) Yunus Nadi Roman Ödülünden beri takdim eden ve savunan kişi, 1950’lerin sonundan itibaren elli yıl boyunca bu ülkenin başlıca Marksist roman eleştirmeni kabul edilen Fethi Naci’ydi. Sanırım, aldığı ikincilikten çok, o takdim sayesinde birçok solcu evin kitaplığına girmiştir Aylak Adam. [1] İletişim gibi 1970’lerin sosyalist çalkanmasının ürünü olan bir yayınevinin listesine girmesi de kısmen Naci’nin takdimiyle ilişkilidir; kısmen de, Atılgan’ın çevresinin esas olarak solculardan oluşmasıyla. “Bireyci” ya da değil, 80’li yılların bir noktasına kadar, konunun önemli olmaktan çıktığının düşünüldüğü yere kadar, solun bir yazarı olarak alınmıştır Atılgan. [2]
Ama bir tepkiye de yol açar roman, belki “direnç” sözcüğüyle daha iyi anlatılabilecek bir tepki. “Bireyci” veya “aşırı bireysel” olmakla eleştirilir, üstelik siyasal yelpazenin iki tarafında da. Mesela daha sonra Sol Yayınlarını kuracak olan Muzaffer Erdost, Naci’nin önerisine itiraz eder: “Naci’ye göre Aylak Adam bunalan gençliğin tipik bir örneğidir. Bence Aylak Adam bilinçaltı komplekslerinin güdüsü ile sürten tipik bir hastadır.” Ömer Seyfettin biyografisiyle tanınacak olan milliyetçi eleştirmen Tahir Alangu, şöyle bir orta yol tutturur: “Yazar, bütün ilmiklerini bireyin psikolojisine bağlıyor. Ama bütün bu tek insan davranışlarının temelinde sosyal meselelerin bulunduğunun farkındadır. Bilerek tek kişiden büyük yapıya, ilk sebepleri de içine alacak senteze yönelmiyor.” Küçük çaplı ve geçici görünen bir “Kızıl Elma” koalisyonu da adı konmadan oluşmuş gibidir burada. Alangu şöyle devam eder: “Kişilerin toplumun akışından neden koptuklarını değil, onların hallerini anlatıyor. Eserde bazı bağlantılar, sebepler bulmamış değil, ama bunların hepsi psikoloji sırasından. Babadan gelme kompleksler, teyzesine yaklaşan çocuktaki şehevi Oedipus kompleksi tabloları, sonra aylak adamın şeheviliği teması.” [3]- Bu yargılara, romanı sevmesine rağmen Naci’nin de kısmen katıldığını göreceğiz. Yunus Nadi jürisi, Halide Edip’in başkanlığında Yakup Kadri, Azra Erhat, Sabahattin Eyüboğlu, Cevat Fehmi Başkut, Vâlâ Nureddin, Orhan Kemal, Haldun Taner ve Behçet Necatigil’den oluşmaktadır. Devamını Orhan Kemal’in Nurer Uğurlu’ya anlattıklarından izleyelim:
Yunus Nadi Roman Armağanı sonuçları açıklanmıştı. Fakir Baykurt’un birinci, Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ı ikinci, Mehmet Şeyda’nın Ne Ekersen’i üçüncü olmuştu. Orhan Kemal, kızgın ve sinirli, İkbal’den içeri girip köşesine otururken [Muzaffer] Buyrukçu: “Ne oldu kirve?” “Namusumuzu kurtardık.” Arap Talat masaya yaklaşırken: “Kimin namusunu kurtar...” “Kimin olacak ulan Arap! Kendi namusumuzu. Fakir’i.” Çayından bir yudum alarak: “...yahu, bize alın okuyun diye beş roman verdiler... Gerekli oyu sağlayan bir roman yok. Başladı mı bir pazarlık! Bizim Haldun Taner, Behçet Necatigil demesinler mi Aylak Adam’a verelim birinciliği. Fakir’in Yılanların Öcü var ki, roman Anadolu’yu, onun acı çeken, ezilen insanının dramını anlatan... O zaman beynimin tası attı. Söz aldım, dedim ki arkadaşlar burada konuşulması gereken bir başka roman daha var, Yılanların Öcü. Sanırım Aylak Adam’dan daha iyi, özü, meselesi olan bir roman ... Aylak Adam’ı okudum. O da güzel roman doğrusu. Oğlanın romancı dokusu var. Kumaş, iyi kumaş. İşçilik güzel. Ama romanın meselesi ne? Getirdiği yorum ne? Bir delikanlı var, geliri kıyak. Bir çevresi var, Baylan çevresi sanki. Ressamı var, şairi var, kızı var, oğlanı var. Fındıklı apartmanları, Akademi züppeleri... Sanat manat, aşk-maşk, hepsi var. Ve oğlan aylak. Sevimli, hoş bir avare. Ama biraz filozof. Bunalan genç adamlar ve meyhaneler. Ve bu adam yaşıyor. Sevişiyor. Güzel. Romanın kapağını kapatınca bana vermek istediği, bana duyurmak zahmetine katlandığı mesaj ne? Kaypak bir mesajı var ama, bir roman için, hem de iyi bir roman için bu yetmez. Fakir [Baykurt], yoğun. Dört başı mamur. Yorumu var, meselesi var, ağırlığı var... romancı ustalığı var.” [4]
Artık Orhan Kemal’in savunusu mu inandırıcı bulunmuştur, yoksa jüri mi yorgun düşmüştür, bilmiyoruz; [5] ne olursa olsun, tartışmanın bir noktasında Halide Edip elini masaya vurur, “birincilik Yılanların Öcü’nündür” der ve etrafa bakmadan çıkıp gider.
Bu seçimin edebi / ideolojik koşullarını, belirleyicilerini tartışmak bizi çok uzağa götürür; bunun yerine, geçen zamanın değer ölçülerini hızla özetlemek daha yararlı görünüyor. Aylak Adam ilkin köyü değil “büyük şehrin meselelerini” anlattığı için, “bireyin hastalığına” odaklandığı için yetersiz bulunmuştur; [6] Naci’nin yazısından sonra yaklaşık yirmi beş yıl boyunca hakkında hiçbir yazı çıkmaz. Sonra, 90’lı yıllarda, bir “kült roman” olmaya doğru giderken izleriz onu, otobüste başörtüsüz genç kızların elinde izleriz. Sonra aşırılıklarından sıyrılır, güvenli bir “modern klasik” haline gelir. Şu var ki modern klasik gibi bir terim bir oksimorondur, çoğu kez de bir yayıncılık tekniği. [7] Belli bir tarihsel anda ya biri olunur ya öbürü. Modern, klasik olmadığı, olamayacağı için moderndir: hem eskiyi hem de yeniyi kapsayan bir özsel sürekliliğe son verdiği, bir kopuşun ürünü olduğu için modern. Hiçbir yapıt yeterince güvenli, yeterince yerleşmiş değildir burada: kendisiyle ilgili yorumlara “bigâne” kalabilen modern yapıt yoktur. Her yeni yorum, her yeni müdahale, o yapıtı bir kez daha şüphelere boğar, onu yine bir temelsizlik, özsüzlük bölgesine çeker - bir tür “ikinci doğumu”, ikinci hayatı da mümkün kılan bir temelsizlik.
Böyle bir dirilme (buna ancak “hortlama” diyebiliriz) tam da edebi tarihteki yeri sabitlenmiş ve nötrleşmiş göründüğü anda, 2000’li yıllarda, Aylak Adam’ın da başına gelecekti. Roman hakkında yeni “yazı” bu dönemde yazıldı, yedi yıl boyunca üç taksitte, üç kitap halinde ortaya çıktı. En önemli Aylak Adam değerlendirmesiydi. Ayhan Geçgin’in üç romanından söz ediyorum: Kenarda (2003), Gençlik Düşü (2006) ve Son Adım (2011). Bu üç kitap, daha önce yazılmış her şeyin basıncını, borcunu üstlenmiş gibi duran bu üç roman, Aylak’ı gecikmiş bir edebiyat tarihindeki muhafazasından çıkarıp bizim zamanımıza “hortlatır” gibiydi. Zor, zorlayan metinlerdi bunlar: bir kuvvetle karşılaşıyorduk (sözcüğü başkalarından da işittim). Kuvvet her zaman engel, direnç ve sürtünme fikirlerini de içerir. Geçgin’in kuvvetinin önemli bir yönü de başka bir metne, daha önceki bir metne uyguladığı “zor”la ilgili gibiydi, o metni çağırmasıyla, buraya sürüklemesiyle ilgili. Kişisel deneyimim şöyle oldu: Yıllardan beri Aylak Adam’ı elime almamıştım, Geçgin’i de geç okudum, önce sonuncuyu okudum, zihnimde bulanık bir “soykütüğü” düşüncesi belirir gibi oldu, ama ancak ilk romana gittiğimde bu genç yazarın Aylak Adam’ı kendi yazılmamış sonuna eriştirmek gibi bir görev de üstlendiğini düşünmeye başladım.
Atılgan’ı okumuş mudur Geçgin? Bunu bilemeyiz; üç romanda ve özellikle Gençlik Düşü'nde birtakım açık ve örtük edebi, felsefi göndermeler var ama Atılgan'la ilgili bir çentiğe rastlanmıyor. Öte yandan, yazarlarından bağımsız olarak kitapların da birbirini okuduğunun, çekiştirdiğinin bilindiği bir dönemde yaşıyoruz. Yapıtlar aracıların içinden de okuyabilir birbirini. Geçgin’in romanlarının yaptığını da şöyle tanımlayacağım: 1959’da çıkmış bir romanın o dönemde çok kısmi, çok tekil, çok mahalli / dönemsel görünen meselesini kendi coğrafi ve zamansal sınırlarının dışına çıkarmakla, Atılgan'ın yapıtını hem yok ediyor, “ilga ediyor”, hem de böylece ilk kez evrenselliğine eriştiriyor. (Bunun kanıtlama veya gösterme gerektiren bir önerme olduğunun farkındayım.)
Yukarda başvurduğumuz melodramatik “hortlama” terimi, dünya edebiyatının en ünlü hayalet temsilini, Hamlet ve babasını da akla getirmiş olabilir. Hamlet de ölü babanın ödenmemiş borcunu nihayet ödemek üzere faaliyet(sizlik) halindedir. Bizim örneğimizde bu borcun farklı görünümleri, farklı anları var. Geçgin’in romanlarını çıkış sırasıyla okuyanlar, bir borçluluk halinin gittikçe güçlenen, ağırlaşan bir motif olduğunu fark etmişlerdir. Hem önceki her roman sonrakine bir “teknik sorun” borcu bırakıyor, hem de başlı başına “borçluluk” teması belirginleşiyor, kendi çevresinde topladığı bir sorunsalın (şimdilik kayıtsızlık ve suçluluk diyelim, ama aynı zamanda arzu ve ret) merkezi haline geliyordur. Edebi tarihçiliğin daha yakından tanıdığı bir borçluluk biçimi de yok mudur burada, sonra gelen yazarın eskiye borçlanması? Hayır. Atılgan-Geçgin ilişkisinin Shakespeare’den farkı burada: bir borç (ve bir miras) varsa eğer, sonra gelenin kendi kendini borçlu (ve mirasçı) kılmasının sonucudur bu. Şu halde melodramatik teşbihi düzeltelim: Babanın hayaleti oyunun daha en başında musallat oluyor değildir oğula; tam tersine, oğulun faaliyetleri iki taraflı bir borçluluğu sonradan yaratmaktadır. Geçgin’in gittikçe artan, azdırılan borçluluğu olmasaydı Atılgan’ın hesabında da bir gedik görmeden devam edecektik biz.
Bunun Geçgin’in kendi metninde de açıkça işlenen bir motif olduğunu vurgulayacağım. Gençlik Düşü’nden: “Bir oğul gibi hissetmiyordum, bir oğul değildim ama bir babam vardı. Sanki hiçbir zaman baba olmayacak bu oğul olmayan oğul yine de babasının içinden geçiyordu, üstelik zorunlu olarak içinden geçmesi gerekiyordu, babası geçmişte değil de sanki önünde, gelecekteydi, kendisini, kendi yaşamını yaratırken babasını da yaratması gerekiyordu.” - Kitabın konusunu ve seyrini de tanımlıyor bu cümleler. “Baba” hakkında konuşmaktan çok, “oğul”un o “baba(lar)” içinden geçişini izleyeceğiz. Ama baba bir kez o rahat mezarından kaldırılıp tekrar karşımıza çıkarılmış, başlı başına bir soran haline getirilmiştir. Modern-klasik bir hortlakta, bir yaşayan ölü, bir uzatılmış hayat, ikinci bölümde Aylak Adam'a daha çok oğulun “canlı meseleleri” açısından bakacağız...
Notlar
[1] Ben de ilk kez 1969’da böyle bir kitaplıkta buldum, Naci’nin yazısı sayesinde haberdar olduğum roman. Henüz ikinci fasikülü açılmamıştı. Kitaplığın sahibi ağabeyimiz, “ödünç alabilir miyim?” dediğimde, “sende kalabilir” cevabını vermişti. Metne dön.
[2] Yusuf Atılgan 1944 “Komünist tevkifatında” tutuklananlar arasındaydı. Vedat Türkali, Komünist başlıklı anı kitabında (2001) arkadaşı Atılgan'la birlikte 1940 yılında İstanbul’da üye olmak istedikleri ama bir türlü bulamadıkları Komünist Partiyi nasıl “aradıklarını” anlatır. Atılgan’ın bu dönemiyle ilgili daha ayrıntılı tek kaynak, İletişim Yayınlarından 1992’de çıkan ve bir daha basılmayan Yusuf Atılgan’a Armağan kitabında Turan Yüksel’in giriş yazısıdır. Şöyle yazıyor Yüksel: “Yusuf Atılgan daha sonra yaşamındaki bu kesiti anlatmak istemezdi... Daha fazlası sorulduğunda: ‘Ben o işe sevgilimle girmiştim, hapisten çıkınca da “Arkadaşlar bu iş bana göre değil” diyerek onlarla temelli vedalaşmıştım,’ diyerek keser atardı.” Metne dön.
[3] Bu alıntılar romanın İletişim basımına eklenen “Seçme Eleştirel Değerlendirmeler” kısmından. Metne dön.
[4] Nurer Uğurlu, Orhan Kemal’in İkbal Kahvesi, 2. Baskı, İstanbul: Örgün, 2002, s. 413-14. Metne dön.
[5] Orhan Kemal şöyle devam ediyor: “Elimizde tartışılması gereken iki roman var. Biri, köyü ve köylüyü anlatan Yılanların Öcü, diğeri büyük şehre dönük, onun sorunlarına eğilen Aylak Adam. Laf aramızda, Yakup Kadri Bey bunlardan hiçbirini okumamış. Ben konuşuyordum o başıyla evet, olur diyordu ama neye, niçin olur diyordu, bilmiyorum.” Metne dön.
[6] Cumhuriyet gazetesinde 3 Temmuz 1958’de çıkan söyleşide Selmi Andak şöyle sormuştur: “Aylak Adam’ı, köyü bildiğiniz halde niye şehirden seçtiniz?” Cevap: “Ben köylüyüm, fakat benim için köy romanı yazmak daha çok olgunluk ve kültür arayan büyük bir mesele gibi geliyor bana. Buna rağmen çoktan beri kafamda bir köy romanı olgunlaşmaktadır. Bunun alışılagelmiş köy romanlarından bambaşka bir tarzda olmasını düşünüyorum.” İddianın, hatta kibrin ardında, güçsüz bir “pozisyonun” kendini savunma, gerekçelendirme gayreti de görülüyor. Metne dön.
[7] Mesela Britanya’da Penguin Yayınları, 60’lı yıllarda henüz “kitlenin” fazla bilmediği Faulkner gibi yazarları bu başlık altında piyasaya sürüyordu. “Klasikler” dizisindeyse Racine, Tolstoy, vb. Metne dön.