Selim İleri, "Yirmi yıl sonra...", Radikal Kitap, 24 Şubat 2016
Yirmi yıl sonra Altı Ay Bir Güz’ü yeniden okudum. Altı Ay Bir Güz 1996’da yayımlanmış; Metis Yayınları şöyle bir not düşmüş: "Altı Ay Bir Güz, yazarın ölümünden sonra yayımlanmasını vasiyet ettiği son yapıtıdır."
Bilge Karasu’dan geriye kalanları sonra Füsun Akatlı yayına hazırlamıştı. Derken Füsun’u da yitirecektik. Birkaç ay önce Zeynep Altıok Akatlı’yla buluşmuştuk: Bilge Karasu’dan geriye kalanlar hâlâ bir doluymuş. Zeynep hepsini saklıyormuş.
Yaşamı bir anlamda yazıya adanmış Bilge Karasu az yayımlayan bir yazardı. Altı Ay Bir Güz bir ayrılık anlatısı olarak okunabilir. Ölümle, amansız hastalıkla yüz yüze geliş olmasaydı, sevgili Bilge Karasu’nun bu eser üzerinde kim bilir daha ne kadar zaman uğraşacağını, didineceğini tahmin etmek güç değil. Bırakın eserin bütününü, her sözcüğünün hesabını veren, vermek için günlerini, aylarını harcayan çok titiz bir yazar. Edebiyatımızda benzeri yok bence.
Bu kez, Altı Ay Bir Güz’ü okurken Bilge Karasu’nun görkemli çevirisini anımsadım, Simone de Beauvoir’dan Sessiz Bir Ölüm’ü. Bilge, Simone de Beauvoir hayranı değildi, hatta biraz geveze bulurdu onu. Ama Sessiz Bir Ölüm’ü çok sevmişti, anne ölümü, hastane, doktorlar, umutsuz bekleyiş...
Zaman geçecek, kendi annesi de hastalıkların pençesine düşecekti. Otobiyografik özellikleri ağır basan Altı Ay Bir Güz’de hastalanmış anne figürü de belirip kayboluyor, sonra yeniden beliriyor.
İlk okuduğumda da çarpılıp kalmıştım. Füsun’la üzerinde epey konuştuğumuzu anmalıyım. Yaşanmıştan izler, tortular, birbiriyle ilgisiz, ilintisiz görünen yaşantıların yazıda çizide kaynaşması, en önemlisi, handiyse imkânsız bir bütüne erişebilmesi. Daha çarpıcısı, ölümle yüz yüze gelen anlatıcının, yazınsal mesafeyi akıllara durgunluk verici biçimde koruması.
Başka ölümler, örnekse İsabey’in ölümü. Bu kez ‘ölüm’, ‘ayrılış’ izleklerinin Bilge Karasu’da boyuna sürdüğünü düşündüm. Kılavuz geldi aklıma. Kitaba alırken bölümlere ‘ayrıştırdığı’ Göçmüş Kediler Bahçesi geldi.
Altı Ay Bir Güz’ün çocukluğa ayrılmış dördüncü bölümü dil ve anlatış açısından olağanüstü güzellikte. Lağımlaranası ya da Beyoğlu’yla birlikte okunduğunda daha da yürek yakıcı oluyor: Geçip gitmiş, ‘göçmüş’ bir çocukluğun yazı yoluyla böylesi görkemli diriltişi Bilge Karasu’yu bir kez daha benzersiz kılıyor.