Semih Gümüş, "Bilinmeyenden bilinene", Radikal Kitap, 22 Ocak 2016
Kavramsal sınırlar içinde soyutlama alanını zenginleştirmesi, düşüncenin ufkunu genişletmesi ve içinde yaşayabileceğimiz daha geniş bir dünya sunması, yalnızca verileni almakla yetinmeyenlerimiz için, tarihle iç içe olmanın çekici yanları.
Siegfried Kracauer, kendi ilgisini anlatırken tarihin hâlâ büyük ölçüde terra incognita, bilinmeyen toprak konumunda bir zihinsel dünya, böyle bir gerçeklik alanı olduğunu belirtiyor. Kracauer tarih felsefesi alanında önemli bir yazar, tarihin anlamı onun için yaratıcı düşünce içinde oluşuyor. Meslekten tarihçiler için tarih bir denizaltı keşfi, orada ağır işçilik var. Meraklıları içinse tarih kavramı sürekli kendini yenileyen bir düşünce alanı; verilmiş olanın içinden ölü olanı ayıklayıp yaratıcı olanı seçen sezgi ve özelleştirilmiş olanı öne çıkarma yetisi.
Dünya küçülürken zenginleşiyor da...
Sanırım geçmiş zamanlardan ya da Kracauer’un yarım yüzyıl önceki yıllarından daha farklı bir zamanın içindeyiz. Dünya bir yandan gitgide küçülüp insanları ve hayatları yaklaştırırken öbür yandan da zenginleştikçe uzaklaştırıyor. Kesintisiz bir daralma ve genleşme içinde, bitmeyen bir ileri hareketi var tarihin.
Dünü yazarken varolan bilgimiz bir sıçrama yapmayacak belki ama zaman içinde hem bulguların hem de o bulgulara ulaşma yollarının çoğalması, tarihin yeniden yazılmasının başlıca nedeni olacak. Yaşadığımız zamanları yazmaksa, bugüne kadar olandan farklı ve muazzam bir bilgi yığınını kullanırken gerçeğe en çok yaklaşma olanaklarını sunacak.
Sonunda tarih iki düzeyde alınıyor. Biri, bir anlayış ve kuramsal ilgiler içinde, bazen felsefi boyutlar kazanan, dizgesel bir yapı olarak sunulurken bazen de bilimsellik verilen tarih. Öbürü, geçmişin karanlığını aydınlatıp bütün bir resmi, bu arada rötuş ederek ortaya çıkaran tarih yazımı. İkisi çoğu kez ayrı tarihçileri gerektiriyor. Kimi tarihçiler de bu ikisinin birbirine karıştırılmasını doğru bulmuyor.
Tarihsel geçeklik dediğimiz, bir bakıma bu ikisinin paydası. Onun da sıkıca kavranması kolay değil. Kracauer tarihsel gerçekliğin sonsuz olduğunu belirtiyor, bir ucu gitgide gerilere kaçarken öbür ucu geleceğe doğru uzanıyor. Kuşkusuz böyle. Yeniden belirtebiliriz ki, Kracauer’in ve geçen yüzyılın sonlarını yaşamayan bütün tarihçilerin göremediği bir yeni dünya var ve bu dünyanın, dijital dünyanın olanaklarıyla tarihsel gerçekliğin iki ucunu birden tutmaya olanak verdiğini belirtebiliriz.
Geçmişin her zaman çekici olduğu yadsınamaz. Hem bir daha yaşanması olanaksız bir rüya gibi canlandırılıyor geçmiş hem merak ve nostalji nedeniyle hatırlanıyor hem de yeniden onu kurgulama güdüsü çok güçlü. Bunlar meraklı bir tarih okurunun da içine yuvarlanmaktan haz duyduğu nedenler. Öte yandan o meraklı okurun kendine özgü tarih kavrayışı, bakış açısı, yeniden yaratma hayali, sonunda tarihin bir anlatıya dönüştüğü yerlerde boşlukları doldurma ve yeniden yorumlama tutkusu, tarihi bir çekim alanına dönüştürüyor.
Kracauer antika ilgisi diyor buna. Proust’un hayaletimsi ağaçları ona nasıl mesaj veriyormuş gibi görünüyorsa, geçmişin de ona el ettiğini söylüyor; insan yaşlandıkça ölülerin çağrısına duyarlığı artarken geleceğin aslında geçmişin geleceği olduğunu anlıyor. Ben de yaşım ilerledikçe edebiyattan beklediklerimin değiştiğini, sanki kendi anlayışımı tamamlayıp bu kez okuduğum romanlardan ve öykülerden, nasıl yazıldıkları kadar ne anlattıklarını da beklediğimi, bende iz bırakacak metinler okumak istediğimi düşünüyorum. Benzer bir değişim.
Büyük fikirleri yeniden yorumlamak
Sonunda bazen büyük fikirleri de değiştiriyoruz. Sözgelimi Marksizmi yeniden yorumlarken onun içerdiği anlamları zorlamanın çekiciliğini yaşadığımız gibi, iki yüz yıla yaklaşan serüveni boyunca izleyicileri ya da düşmanlarınca yıpratılması, çarpıtılması karşısında ona kendi pırıltısını kazandırmak için de çaba gösteriyoruz. Tarihe yaklaşım biçimimiz de böyle değil mi. Anlatının kopuk yerlerini tamamlayıp yeniden yorumlamanın yanı sıra, çarpıtmalara karşı onu yeniden ayakları üstüne dikmek için de bir tarihçi çabası var.
Toplumsal –ya da siyasal– amaçları da olan tarih anlayışı, aslında üçüncü bir düzeyde kuruluyor. Onun sorunu tarihin uzamına değil de kilit noktaları birleştiren yorumlama gücüne odaklanıyor. Kracauer’in Marksizmin tarih anlayışıyla ilgili saptaması bu düzeyin karşılığı olarak görülebilir. Marksizmin, diyalektik bir tarihsel süreç fikrinden vazgeçmemekle birlikte, projektörü tarihin genel anlamına değil de radikal kopuş noktalarına tuttuğunu belirtiyor Kracauer. Hem hız gerekiyordu Marksizme hem de tarihin kendisinde olmayan amaçlara yaklaşma yeteneği. Orada yanılma payı elbette çoğalır ama kilit noktalarını birleştiren doğru bir çizgi çizmek gene de olası. Dolayısıyla tarih ile toplumsal ve ekonomik değişimi bir arada yorumlamak, o çizginin en doğru noktaları izleyerek çizilmesini sağlayabilir.
Tarihi anlamak ve içinden sağlam çıkmak için bir fikri kılavuz edinmek, doğru bir çizgide durmanın yollarından. Determinist anlayışını içinden çıkarırsak, geriye kalanın Marksizmi sağlam bir tarih anlayışına getirdiğini söyleyebiliriz. Bazen gösterildiği gibi sert bir düşünce değil Marksizm; tersine, bütün değişimi esneklik göstererek kavrayabilme doğasına sahip olduğu kuşkusuz ki, iki yüz yıl sonra da, bana kalırsa toplumsal ve ekonomik hayattan sanat düşüncesine varıncaya dek, kullanışlı bir düşünce ve düşünme biçimi olarak yaşıyor.
Tarihin bir yasalılığı olduğu düşüncesi, geçmişten bugüne her dönüm noktasında bir kırılmaya daha neden olmuştur. Bugün ona bir yasalılık tanımak, tarihi bilim gibi görmek epeyce yersiz bir çaba olur. Şu olmasaydı ne olurdu kurgularına meraklıyız. Anlamlıdır elbette. Birinci Dünya Savaşı olmasaydı dünyanın tarihi nasıl olurdu? Bu kurgular da tarihsel gerçekliğin yasalara bağlı sürmediğini gösterir.
Gerçekliğin fotoğrafını çekmek değil tarih. O ânın görüntüsü, o anda gerçekten ne yaşandığını tam olarak göstermez, yanıltabilir de. Zamanın ruhu var. Bilginin belgeden üstün olduğunu düşünüyorsak, tarih fikrinin, tarihsel gerçekleri anlamak için ne denli önemli bir yeri olduğunu da görürüz. Tarihin motoru gerçek mi, o gerçeği anlayan bilgi mi?