Ahmet Ergenç, "Soğukkanlı ‘Aydınlanma’ Halleri", Post Dergi, 10 Ocak 2016
Bundan yaklaşık on sene önce Fatih Özgüven’in ilk hikaye kitabı Bir Şey Oldu için yazdığım yazı ‘Soğukkanlı Endişe Halleri’ adını taşıyordu. ‘Endişe hikayeleri’ alt başlığını taşıyan o ilk kitap, hakikaten de ‘modern’ hayatın, şehirli hallerin ufak tefek endişelerini mesafeli, sakin, velhasıl ‘soğukkanlı’ bir tutumla küçük hikayelere dönüştürüyordu.
Özgüven’in son kitabı Küçükburun'da benzer bir edebi kıvamı sunan ‘küçük ve sakin’ hikayelerden oluşuyor ama şöyle bir farkla: bu sefer asıl izlek ‘endişe’ değil, durduk yere, sakin sakin, hiç yoktan ortaya çıkan küçük ‘aydınlanma’ anları. Bu nedenledir ki, bu yazının başlığı ilk yazının başlığına referans veriyor, endişenin yerini ‘aydınlanma’ alıyor. Ama mevzu bahis aydınlanmayı tırnak içine almak gerekiyor zira klasik aydınlanma anlarının (bir epifani sonrası varlığın anlamla ışıması vesaire) barındırdığı o ‘dönüm noktası’ hissine şüpheyle yaklaşan bir anlatıcı var burada. Ve ‘aydınlanma’ lafının getirdiği büyük / kalıcı hislerden ziyade küçük / muvakkat olana yönelen bir anlatıcı bu.
Kitapta anlatıcı ya da anlatıcıların dille kurduğu ilişki de ‘küçüklük’ üzerinden gidiyor. Büyük ve şaşaalı cümleler ve tamlamalar değil, küçük detaylara dair kısa, ketum ve olağan cümleler. Edebiyatımızdan klasik bir ayrımla söylersek: Tanpınarcı değil, Atılgancı bir edebiyat anlayışının devamı bu (bu ayrımın detayları için bkz. Nurdan Gürbilek, Yer Değiştiren Gölge). Büyük, açıldıkça açılan, konuşkan Tanpınar cümleleri değil, küçük, kapalı ve ketum Atılgan cümleleri. Dilin çeşmelerini sonuna kadar açmak değil, vanaları kısmak.
Bizim edebiyatta niyeyse, Atılgan’ın Aylak Adam’la başlattığı (ve devamını da getirmediği) o ‘cool’ ve minimalist anlatı bir geleneğe dönüşemedi. Kelimelerle ekonomik bir ilişki kurmanın ve karakterleri konuşturmak yerine, tabiri caizse, ‘susturarak’ anlatmanın, bir his ve durum tasvirine girişmek yerine, his ve durumu sergileyerek ya da sezdirerek aktarmanın kıymeti pek bilinemedi. Ve felsefi bir kanal açılmışken, oradan felsefe, ölüm, hayat gibi büyük konulara hemen kapılmak yerine ‘korkmayın felsefe yapacak değilim’ gibi bir şey söylemenin (bkz. Atılgan, Aylak Adam) barındırdığı edebi kuvvetin kıymeti de bilinemedi. Benim bildiğim son dönemde bu minimal ve ketum anlatı ve üslubun kıymetini bilen ve bunu uygulayan bir tek Barış Bıçakçı var. Bir de daha deneysel bir örnek olarak Ertuğ Uçar (bkz. Ormanda Kaybolmak: Bir Sözlük Hayali) ve hikayelerindeki politik şiddet ve hiddete rağmen minimalizmi koruyabilen yeni hikayecimiz Murat Özyaşar (bkz. Sarı Kahkaha) aklıma geliyor.
Minimalizm zor zanaat zira Steinbeck efendinin söylediği gibi bir yazarın bilip de söylememesi ile bilmeyip de hikayeden eksiltmesi arasında büyük fark var. Bilip de söylemeyen anlatıcı, sadece bir duruma işaret ederek, hikayesine bir katman eklerken, ‘bilmediğini örtbas etmek için’ söylememeyi tercih eden anlatıcı, hikayeyi bir katman daha eksiltmiş olur. Minimalizm zor zanaat zira o malum sloganının belirttiği şeyi, ‘less is more’u (kötü çeviriyle, ‘az daha çoktur’) yakalamak için, bir yoğunlaşma halini azaltarak ifade edebilmek gerekir. ‘Yok bir şey’ diyerek her şeyi anlatabilmek, vesaire.
Şimdi gelelim Özgüven’in bu minimal üslubu hikayelerde nasıl kullandığına. Daha ilk hikaye ‘Yılan’da öteki ve acayip olana duyulan ‘turistik’ bir merakla, acayip bir insanın varlığı bir yokluk olarak tasvir ediliyor. Elinde bir yılan tutan ve artık orada olmayan bir berduş, belki de bir meczup, hikayeden bir hayalet gibi geçip gidiyor. Sıcak bir yaz günü belli belirsiz yakası açılan ama mecalsizce ve biraz da saygıyla kapatılan tuhaf bir konu. Pat diye kapanan hikaye ve hikaye esnasında hafifçe sezdirilen felsefe parçaları. Durduk yere aydınlanma.
İkinci hikaye ‘Fısıldaşanlar’ bir uyku öncesi halüsinasyonu halinde duyulan fısıltıları anlatıyor. Biraz Kafka, biraz Cortazar, biraz Beckett karışımı hikayeye buralardan bir Olric sesi de ekleniyor. Ve zamansız-mekansız hikaye, öylece sona eriyor. Uykuyla. Sonuç: minimalizmin sakin gücü ve ürperti. Iskalanmış bir aydınlanma hali.
Üçüncü hikaye adını unutan birinin şaşkın dehşetini anlatıyor: ‘Adım bana ne yapmış? Ne faydası var? Ama adı olmamak katlanılmaz şeymiş. Sanki ölüm bu da. Canlı ölüm.’ Kesik kesik kayda geçirilen bir büyük ama küçük kriz hikayesi ve sonunda yaşanan ani bir aydınlanma hali.
Sonraki hikaye ‘İz.’ Kafatasında fark edilen ama sırrına vakıf olunamayan bir ‘iz’in hikayesi. Bir sırra vakıf olma ihtimalinin boşa çıkmasının hikayesi. Küçük bir aydınlanmanın kapısına toslamak. ‘Bir şeyle bir şeyin arasına ancak hikayenin izin verdiği kadar girebilirsin’ diyen anlatıcının o hikayeden izni alamayışının hikayesi. Bir sonraki hikaye ‘At’ bu ‘hiçbir şey olmama’ halini biraz bozuyor. Erotik dozu yüksek bir ‘kurt adam’ hikayesi, gündelik hayatın içine gerçeküstünü sokuyor. Bu sefer, klasik ve büyük bir kırılma anı kayda geçiriliyor. İronik ve küçük değil. Kitabın ‘bonus’u gibi bu hikaye.
‘At’ta insan hayvana dönüşürken, ‘Köpek’ adlı hikayede tam tersi, hayvan insanileşiyor. Bir hayvanın ‘insani’ ve gaddar hikayesi. İnsan-hayvan arasındaki ilişkiye ve erillik-iktidar arasındaki bağlantıya dair de küçük bir mesel içeriyor. ‘Benim Kendi Gremlin’im’ adlı hikaye için Kafkaesk ve müphem bir BDSM öyküsü, ‘Soğukluk’ adlı hikaye içinse Camus’yü akla getiren soğuk bir ölüm masalı demekle yetineceğim, daha fazla detaya girmeden.
Bu küçük kitabın ‘küçük edebiyat’ın (küçük edebiyat nedir derseniz, misal Sait Faik ya da Barış Bıçakçı ya da Y. Atılgan’ın edebiyatıdır derim) hep yaptığı şeyi yaptığını söylemek lazım: insana her şeyin hikaye olabileceğini ya da hikayesinin anlatılabileceğini hatırlatıyor ve tecrübeyle sabit, okurun etrafa ve bilhassa da detaylara tuhaf bir dikkatle bakmasını sağlıyor. Az buz bir şey değil. Durduk yere yaşanan ‘aydınlanma’ hallerinin kıymetini hatırlamak isteyenlere tavsiye olunur.