Semih Gümüş, "Bir antikahramanın varoluş çabası", Radikal Kitap, 10 Nisan 2015
Roman, kendi varlık nedenini bulduktan sonra onu sahici, inandırıcı, tutarlı gerçekliğinin görünmez bir noktasına, odak noktasına koyup hikâyesini kurgulamaya başlar. Her romanın bir nedeni, o odak noktasında bir sorunu vardır. Önemli ya da önemsiz. Yazarın çıkış noktası önce budur ya da romanı bunsuz kurgulamak olanaksızdır. Yoksa suya yazılmış bir hikâye anlatırsınız ki o romanları konu etmiyoruz.
Ayhan Geçgin ucu okura dokunan bir yazarlık kaygısıyla yazıyor. İlk üç romanının da aynı dünyadan çıktığı belirtilebilir. Dördüncü romanı Uzun Yürüyüş, anlatmak istediği sorunu bakımından da, alışılmamış hikâyesiyle de öncekilerden ayrılıyor.
Romanın genç kahramanı, “Eskiden ben neydim?” sorusuyla başlıyor hikâyesine. “Yanıtı: Burada, yıllarımı geçirdiğim bu evde hapistim.” Niçin ve kimler hapsetmiştir onu? Bunun belli bir yanıtı yok. Hayatının içine hapsolduğu çemberin dışına çıkamadığını görünce, yaşlı annesinin evini ve sıkıştığı yeri terk etmeye karar verir ve dümdüz bir çizgi çizerek nereye varacağını bilmediği bir yolculuğa çıkar.
Dönüşsüz bir yolculuk
Önce İstanbul’dan başlayıp şehirlerin içinden geçer, “geniş bir ova, sessiz bir dağ eteği bulana kadar arkaya bakmadan” yürür. Yolda her şeyini çaldırıp hiçbir şeysiz kalınca, bütün bağlarından kurtulmuş, dönüşsüz bir yola girmiştir artık. Bu arada dönüp dolaşıp şehrin içinde kalmanın onu amacından uzaklaştırdığını fark eder. Aynı çemberin içinde dolanıp durmak dönüş yolunu da açık bırakmaktadır çünkü. Çemberin içinde kalmak onu dibe çeken bir çapa gibidir ve ancak o çemberin dışına çıkınca, yalnızlığı ve sonsuzluğu bulabileceği yerlere gittikçe amacına ulaşabilecektir.
Artık tek düşüncesi, “çizginin sonuna varmak, belki çizginin sonundan, eğer varsa, öteki tarafa çıkmak”tır. Şehir hayatıyla, parayla ve barınmayla ilgili ilişkisini kesmiştir. İzlediği dümdüz çizginin bir sonu var mıdır? Bunun romanın sonunda tam olarak anlaşılmaması, arayışının bir sonu olmadığı anlamını taşır.
Denebilir ki, bu düşünceler romanın anlamını gerçekten yaşanana değil de, bir düşünceye, hayat tasarımına gönderir. Belki bilinçli bir tasarımı gerçekleştirmek, belki bir sürükleniş. Kahramanımız için fark etmemektedir. Bu arada her günü açıkta, açlıkla, en kötü koşullarda geçer.
Neden sonra romanın “Şehir” bölümünün II. alt bölümünde gözlerini bir hastane odasında açar. Bir evsizin günlük sıradan hikâyesi bambaşka bir yere, gerçekliğe gönderir: Kahramanımız Gezi Direnişi sırasında çapulcuların arasına düşmüş, polislerce dövülmüş ve hastaneye getirilmiştir. Selma Doktor’un, “Göz göre göre o gencecik insanlara nasıl kıydılar?” feryadı romanın hemen bu II. bölümünün başında siyasal bir gönderme olarak girer romana. Gelgelelim kahramanımız hiçbir şey hatırlamadığı gibi, ne olup bittiğinin bilincinde de değildir. II. alt bölümde hikâyeye giren bu yepyeni durum, birdenbire romana bambaşka gerçeklerin ve sorunların girmesine neden olur ve romanın “Dağ” bölümünde ikinci sıçramasını kahramanımızın karşısına Kürt gerillalarının çıkışıyla yapar.
Varoluş ve özgürlük sorunsalı
Hikâyenin iki sıçrama noktasıdır bunlar. Anlamları nedir, düşündürür. Hayattan gitgide kopmasına neden olan bir sefalet, açlık ve hastalıklar içinde sokaklarda ve dağda yaşarken, kahramanımızın şehirde Gezi eylemleriyle, dağda gerilalarla karşılaşmasının nedeni, aslında kendisinin bu ikisinden bütün bütüne kopuk yaşamaya çalıştığı varoluş ve özgürlük sorunsalıyla ilgili iki güçlü göndermedir.
“Kendimi parça parça, ip ip geriye doğru sökeceğim,” der. Genç bir insanın geriye doğru gideceği yer, ancak doğumuna kadar olabilir. Demek her türlü dış etkenden arınmış, saltık bir saflığı aramak için yola çıkmış ve yürüyerek ülkeyi bir ucundan öbürüne geçmiştir.
Kahramanımızın asıl özgürleşmesi kırlara, insansız açık alanlara, dağa gittikçe ortaya çıkmaya başlar. Uzun Yürüyüş’ün “Dağ” bölümünün ilk bölümünden farklı olduğu söylenebilir. Bu kez doğa giriyor anlatıya. Doğanın anlatıya girdiği yerde, romanı hikâyesiyle ve diliyle değiştirmeye başladığını hemen hep görürüz. Uzun Yürüyüş’te de böyle. Dolayısıyla “Şehir” bölümünde dönüp dolaşıp aynı yere çıkaran bir döngü içinde kalan hikâyenin ucu, “Dağ” bölümünde açılmaya başlar. Dilin doğa betimlemeleriyle soluk almaya başladığını, böylece bir basamak yukarı çıktığı da söylenebilir.
Gene aç ve açıkta olmanın yol açtığı sıkıntıları son kertede yaşamaktadır genç kahramanımız. Dağda artık böcekleri, kertenkeleleri, solucanları yemeye başlamışken sonunda bir mağaraya sığınır, insansız bir hayata kavuşur. “Bu engine gök altında herkes için bir yer yok mu? Benim için bir yer yok mu?” diye sorar sormasına ama bir zamanlar bir amaca doğru gittiğini sanırken artık hayatının yönünü yitirdiğini düşünür.
Bu düşüncelerin yıkıma uğradığını düşündüğü günlerden birinde, birdenbire karşısına bir kız çıkar dağda. Su içmeye gelen bir hayvan gibidir kız. Onu alır, hayata döndürür. Bir süre sonra da dağda dolaşın küçük bir gerilla grubuyla karşılaşır. Bu kez uzun süredir görmediği, bir amacı olan, hayatla canlı bağlar kurmuş insanlarla konuşmak, silinip gitmiş belleğini canlandırır, çıktığı uzun yürüyüşün sonunda dağdaki varlığını yeniden sorgular.
Romanın hikâyesi üstünde uzunca durdum. Bunun bir nedeni, bu hikâyenin bir benzerinin Uzun Yürüyüş’ten önce bizim edebiyatımızda hiç yazılmamış oluşu. Öbür nedeni de, kahramanımızın yaşadığı günlerin dönüp dolaşıp aynı sonuca vardığı düşüncesinden çıkıp tekdüze biçimde ilerleyen hikâyenin özüne ulaştıkça, insanın varoluş ve özgürlük sorunsalını kavrayabileceğimizi düşünmem.
Uzun Yürüyüş’ün hikâyesi gerçekten sıradışı. Romanın sonunda da sınırlı biçimde tanıyabildiğimiz kahramanımızın (çok yönlü tanıma şansımızın olmadığını da anlarız) asıl sorununun ne olduğunu anlamaya çalışarak okumak, romanın hikâyesine verilecek anlamın niteliğini değiştiriyor.
Bu uzun yürüyüşün kahramanı olan genç adamın adı yoktur. Sonunda yol boyunca kendisine söylenen bazı adları benimser ve gerçek adının ne olduğu ortaya çıkmaz. Bildik, sahici, sıradan bir kişi de değildir. Roman kişilerinin gerçek hayatın içinde yaşayan özelliklerden yararlanarak yaratılmış, sahici, inandırıcı kişiler olduğunu söyleyebiliriz. Yazarları kurmaca kişilerinin gerçekmiş gibi olduklarının düşünülmesini amaçlar. Oysa bu kez inandırıcılığı kuşkulu ama bunu sorgulamaya gerek bırakmayan, ayrıksı bir kişinin serüvenini okuyoruz.
Bir kahramandan çok, tam anlamıyla bir antikahramandır o. Antikahramanlar roman sanatında hikâyesini tutkuyla okuduğumuz kişilerden çok, taşıdıkları ve yaptıkları düşünsel sorgulamayla önem kazanır. Biz de onların hikâyesine değil de, açığa çıkardıkları soruna, büyük olasılıkla romanın merkezinde bulunan soruna bakarak okuruz romanı.
Raskolnikov, roman sanatının yarattığı antikahramanların en önünde yer alır. Uzun Yürüyüş’ün adsız genç adamı da, bizim edebiyatımızdaki antikahramanların ilk akla gelenlerinden birisi olarak kalacaktır.