Birinci Kitap, Şehir, s. 11-13
Hazırlandı. Küçük sırt çantasına birkaç parça eşya koydu. Sabah, diye düşündü, erkenden kalkıp yola koyulacağım. Uzun bir yürüyüş olacak bu.
İçeri, salona geçti. Annesi yine televizyonun karşısında uyuyakalmıştı. Seslenmeden önce yüzüne uzun uzun baktı. Genelde bakmazdı. Kim bu kadın, diye düşündü, onu gerçekten tanıyor muyum? Kendini bildi bileli aynı çatı altında birlikte oturmuşlardı. Baba çok önce bu dünyadan göçmüştü. Anne dul kalmıştı.
“Anne,” diye seslendi. Kadın hemen gözlerini açtı. Daha doğrusu önce bir gözü açıldı, diğer gözü ise bozuk bir kepenk gibi sonradan geldi, ötekine yetişene kadar bayağı bir süre geçti. Yaşlanmış, diye aklından geçti, ama ne zaman yaşlanmış? “Kalk da yatağına git, uyumuşsun.” Annesi, “Ah, içim geçmiş,” diyerek doğruldu. Sağa sola yalpalayarak tuvalete giderken “Akşam mide hapımı aldım mı?” diye sordu, ona mı, kendine mi, belli değildi, “Bu aralar çok unutkan olmuşum.”
Odasına geçti. Annesinin yatmasını, evin sessizleşmesini bekledi. Kadının yatması uzun sürerdi. Öncesinde mutfakta, banyoda, odasında bir sürü gürültü yapması gerekirdi.
Sonunda ev sessizleşti. Işığı söndürdü. Son gecesinde yattığı yerden, açık pencereden dışarıyı izledi. Aylardan mart, martın sonları. Dışarıda serin bir bahar gecesi vardı. Bahar bu yıl erkenden gelmişe benziyordu. Çatıların üstünde, çinkodan yapılmış ikinci bir çatı gibi uzanan sarımsı gökte, tek bir yıldız parlıyordu. Rüzgâr hafif hafif esiyor, uzaklardan köpek havlamaları geliyordu. Bir gemi düdüğü iki kez, tiz, keskin, kısa öttü. Bir araba yokuştan aşağı, geride bir süre daha uğultusunu bırakarak hızla geçti.
Kendine sordu: Eskiden ben neydim? Yanıtı: Burada, yıllarımı geçirdiğim bu evde hapistim. Gerçek bu, beni bir oda, yemek, öteki günlük gereksinimler karşılığı burada tutmayı başardılar. Peki ama kim ya da kimler? Ya da belki ne? Yanıtı veremiyordu, işte bu ya da şu, diyemiyordu. Önceden doğru dürüst yaptığı tek şey, yakındaki parka gitmek, parkta dolanıp durmak, çemberler çizmekti. Ama bıkmıştı artık çemberler çizmekten, dönen, geri gelip duran şeylerden. Şimdi yolu izleyeceğim, dedi kendi kendine, dümdüz gideceğim. Benim hicretim artık başlıyor.
Böylece uykuya daldı. Hiç olmadığı kadar deliksiz bir uyku çekti. Sabah ezanından önce uyandı. Kalkıp giyindi. Sessizce hareket ediyordu. Annesi uyanır korkusuyla tuvalete bile gitmedi. Annesinin uykusu hafifti. Çantasını sırtına geçirdi. Gözü cep telefonuna ilişti, kapatıp masanın üzerine bıraktı. Sonra kapıya doğru parmak uçlarında yürüdü. Kapı hafif bir gıcırtıyla açıldı. Dinledi, annesinin yatakta öteki yana dönüşünü işitti. Kapı kapanırken gürültü çıkarmasın diye anahtarı dışarıdan deliğine sokup çevirdi. Menteşeleri o korkunç sesiyle gıcırdamasınlar diye daha önce yağlamayı akıl etmişti. Kapıyı sessizce kapadı. Dışarı çıkınca, diye düşündü, bu anahtardan da kurtulacağım. O sırada ışık algılayıcısı hareketi, yani onu algıladı, apartmanın ışığı yandı. Yanan ışıkla birlikte bir düşünce zihninden hızla geçti: Makineler uyumaz, insanlar gibi değil. Belki insanlara görünmemek olasıydı, ama bu aletlerden, algılayıcılardan, kameralardan kaçmak olanaklı mıydı?
Gün henüz ağarmamıştı. Hava serin, ortalık sessizdi. Sonbaharlık montunu giymiş olmasına rağmen tüyleri ürpermişti. Belki serinlikten, belki sonunda bir karara varabildiğinden. Hızlı adımlarla aşağı doğru yürümeye koyuldu. Arkasına bakmadan yürüyordu. Kendi kendine artık arkaya bakmak yok, dedi. Mahalle delik deşikti. Kazı çalışması. Birdenbire, on yıllardır insanların tepesinden gevşekçe sarkıp uzayan kabloların aşağıdan, yerin altından geçirilmesine karar verilmişti. Niçin? Kim bilir? En azından o bilmiyordu. Kaldırım kenarında açılmış koca çukurlar vardı. Tam şimdi bu çukurlardan birine yuvarlanıp bir yerlerini sakatlaması herhalde pek iyi olmazdı. Ama çukurlara düşmeye niyeti yoktu. Düşse bile kalkar, topallaya topallaya da olsa yürümeye devam ederdi.
Sokakta kimse yoktu. Bir köpek sürüsü ilerde dolanıyordu. Hafif bir eğimle aşağıya, sahile inen geniş sokağa çıktı. Dükkânlar kapalıydı, bir-ikisinin süs ışıkları birkaç renkte yanıp sönüyordu. Yol üstünde bir çay ocağı vardı. Çay içmek istedi ama çay ocağı da kapalıydı. Kuytu bir köşeye, bir ağacın dibine işedi. Yolun sonunda boş, sessiz caddeden karşıya geçti, cadde kenarından deniz kıyısına doğru yürüdü. Çevresinde orada burada bir hareketlilik azar azar başladı. Yol kenarında bir minibüs motorunu ısıtıyor, birkaç kişi hızlı adımlarla duraklara doğru gidiyordu. Henüz tam olarak uyanmamışlardı, bacakları onları kendiliğinden taşıyordu.
Sahile indi, bir-iki kişinin uyuduğu sıraları geçti. Yerler bira kutuları, pet şişeler, çekirdek kabukları, sürüklenen naylon poşetler, çer çöple doluydu. Dostlarım diye düşündü, artık bu sıralarda yatanlar olabilir mi? Ama dostluk mu arıyordu? Hayır, diye düşündü, şu anda sorunum dostluk değil. İlerde bir sıraya oturdu. Deniz koyu bir grilik içinde, hayran olunası bir kayıtsızlıkla önünde uzanıyordu. Soğuk bir rüzgâr ara sıra denizi kımıldanışlara boğarak yüzeyi boyunca kayıp sahile vuruyordu. Üşüdü, montuna iyice sarındı. Gün aydınlanıyordu. Ama henüz saydam değildi. Varlıkların kendilerine yer açmaları için çabalamak zorunda kalacakları kadar yoğun, doygun bir hava vardı. Arkada cılız ağaçlarda serçeler ötüyordu. Onların ötüşlerine arada sırada bir karganın ya da bir martının sesi karışıyordu. Birden sessizliği, bu güzel, berrak su küresini tümüyle algıladı. Bu sessizlikten, daha doğrusu insan sesinin olmayışından memnundu. Bir gün, diye düşündü, kulaklarımdan insan sesi tümüyle silinip gidecek mi? Ama bu rahatsızlık, hayır acı, insan sesinden duyduğum bu acı nereden geliyor?