Gün Zileli – Ceren Cevahir Gündoğan, "Ayhan Geçgin Romanında Kent, Zaman, Birey", Mesele Dergisi, Ocak 2015
Ayhan Geçgin romanı bir kent ve birey romanıdır. Onun romanlarında kent, moloz yığınlarıyla, çöplerle ve yığıntılarla sürüklenen başıboş bir sel akıntısıdır. Önüne geleni kendine katar ve akar. Nereye aktığı belli değildir, bir amacı yoktur. Delice çalkanır. Sonra durulur ve bataklığa dönüşür. Dışlanmışları kendine katar, onları örter, gizler. Geceyle gündüzün birleştiği noktalarda içinden kusup atar ve yeniden hareketlenir her şey. Bir taslak, bir tamamlanmamışlıktır, kalabalığı yalnızlıktır. Bireyler tek başına moleküller gibi birbirine düğümlenen sokaklarda sürüklenip durur. Kentin öyküsüyle bireyin öyküsü lağımsı bir akıntıda birleşir böylece.
Hayalet Sokaklar
Okur romanın içindedir artık. Binalar arasından bir siluet belirir. Yüzünü görmek mümkün değil bu uzaklıktan ama algılamak mümkün. Üç roman boyunca onunla birlikte yürüyeceğiz bozulmuş, çarpık, çıkışsız sokaklarda.
“Daha çok bir insan artığına, çürümeye başlayan bir cesede benziyordu… kimi zaman yürümekte zorluk çekiyor, nefes aldığında acıyla kasılıyor, bütün gücünün çekildiğini duyuyordu. Her koşulda diriden çok ölüye yakındı.” (Kenarda, s. 10)
“Kent onarılıp düzeltilmeye çalışıldıkça o daha güçlü bir şiddetle bozuyor, çözüyor, ayrıştırıyor, sokakları çıkışsız kılıyor, karmaşayı çoğaltıyordu. Sanki asıl gerçek olan oydu, İstanbul diye adlandırılan kentin bağrındaki dipsiz kuyu, gri karmaşa belirip yiten kemirici hayalet, işte asıl var olan oydu.” (Kenarda, s. 18)
Kent oluşup dağılırken onu oluşturan, canlı bir varlık olarak var eden bireyleri de boğuyor, öldürüyor, böylece kendi üstüne kapanıyordu.
“Saldıran, boğan, kıskaca alan, ruhu sıkan bir cendere vardı. Yalnızca kendi ruhunu değil toprağın ruhunu da sıkan, ezen, parçalayan bir şey vardı. Soluk alamayan o değil, topraktı.” (Kenarda, s. 39)
“Hiç varolmamıştı. Varolan hayaletiydi… Kentte dolaşan, sokakları arşınlayan, yürüyen, oturan, eyleyen oydu. Ondan önce başlayan, ondan önce yola çıkan, geçtiği yolları ondan önce alan, önce davranan oydu. Daha en küçük bir eylemi gerçekleştiremeden eylemini yutup emen, kemirerek yerine getiren oydu… Oydu varolan, onu şimdide bir hayalet olmaya zorlayarak asıl varolan oydu.” (Kenarda, s. 46)
Belki de şu uzakta gördüğümüzü sandığımız kent bir seraptan ibaretti.
“Bu ıssız uzanan bataklıkta, kesintisiz bir grilikle taş kesilmiş çölde hiçbir insan, hiçbir canlı yoktu. Yaşam bir zamanlar olmuş muydu belli değildi, olmuşsa bile çok önce sona ermişti, toprak yarılmış, yol insanın altından çekilmiş, insan da bir çukura yuvarlanmıştı, toprağın altında kalmış, diri diri gömülmüştü. Yaşam çok önceden bitmişti, aniden derinleşen bir yar gibi yaşamayı çoktan kesmişti. Şimdi geçip giden, akıp duran hayaletler hayalet sokaklarda dolaşıyor, hayali sokakları aşındırıyorlardı. Çölde kimin gördüğü belli olmayan bir kent serabını durmaksızın büyütüyorlardı.” (Kenarda, s. 163)
Yalnız ve Yabancı
Yazarın ilk romanı Kenarda’da kent, yalnızlık ve yabancılaşma serüveni ön plandayken, ikinci romanı Gençlik Düşü’nde romanın arka fonuna çekilir, bireysel yazgı, arkadaşlık ve aile ilişkileri, üniversite ve gençlik mekânları ön plana yerleşir.
“Şimdi sana biraz daha yaklaşıyoruz, elindeki kâğıtları görebilecek kadar. Seninle birlikte onlara bakıyoruz… Okumaya başlıyorsun.” (Gençlik Düşü, s. 11)
Böylece, yazarın Son Adım romanındaki “sen” anlatımına bir adım atmış oluyoruz. Belki de Kenarda’daki bireyin belirsizliğinden bir uzaklaşmadır bu. Artık yazar sokaklarda umarsız sürüklenen birey taslaklarını değil, çok daha yakından tanımak ve tanıtmak istediği belli bireyleri işaret etmek istemiştir. Şimdi karmaşık sokaklara dalar gibi ruhun labirentlerine dalıyor ve geziniyoruz.
“…bütün bu serüvensi oyunlar içinde dahi bende güçlü bir yalnızlık duygusu vardı. Ayrı, her şeyden apayrı, tek duyuyordum kendimi, sanki yalnızlık biçimindeki hayaletim, görünmez eşlikçim beni her şeyden ayırıyor, her eylemimi, edimimi yabancı kılıyor, olayları benden kesin biçimde ayırıyordu.” (Gençlik Düşü, s. 39-40)
Yalnızlık bir özgürlük duygusuyla başlıyor, sonra sıkıntı duygusuna dönüşüyordu.
“...sonunda hep hayal ettiği gibi yalnızdı, bu yeryüzünde yalnızdı, ondan başkası yoktu, tek başınaydı, başlayacak olan bununla, bu yalnız, tek başına olan kendisiyle başlayacaktı… Ama bu özgürlük duygusuyla birlikte doğan, kaynağını henüz bilemediği, anlayamadığı bir sıkıntı özgürlük duygusunu şimdiden şu bozkırı kuşatan alçak tepelerin gölgeleri gibi gölgeliyordu” (Gençlik Düşü, s. 66)
“Bir gölgeydim ben, ne yaparsam yapayım, insanların, sokakların, yaşamların içinden alevin titreyişi, bir buhar, belirsiz bir esinti gibi geçen kişiydim. Onların dışındaydım, hiçbir çaba bunu değiştirmiyordu. Ya da doğrusu her acıklı çaba yalnızca bunu, bu gölge varlığı yeniden göstermek dışında bir işe yaramıyordu. Bir esinti gibi geçiyor, belirsiz olan, daha doğrusu olmayan, biçimsiz boşluğa doğru azar azar yok olarak ilerliyordum.” (Gençlik Düşü, s. 191)
"Başkaları Cehennemdir"
Ayhan Geçgin’in üçüncü romanı Son Adım ilk iki romanının üzerinde yükselir ama onları aşar. Bu romanda ilk iki romandakinden farklı olarak, birey (Alisan) bir aşk ilişkisiyle kendini gerçekleştirir, bütünler, sevgilisi Kader’le birlikte gözlerimizin önünde olabilecek en canlı biçimde belirir ama bu gerçekleştiği an yeniden yok olmanın uçurumuna düşüp paramparça olur.
Alisan’ı tanıdıkça onun Sartre’ın “başkaları cehennemdir” sözünü hatırlatan iç sıkıntısını duyumsamamanın olanaksız olduğunu görürüz.
“İş görüşmelerini, gireceğin yeni ortamı, tanımak zorunda kalacağın insanları düşündükçe sıkıntıdan soluğun kesiliyor.” (Son Adım, s.53)
Alisan’ın katlanamadığı sadece başkaları mıdır?
“Yoksa, diye düşünüyorsun, hiç katlanamadığım asıl kişi kendim miyim?” (Son Adım, s. 89)
Ayhan Geçgin romanlarında sık rastlanan, hasta, sakat, bir türlü ölemeyen ihtiyar figürlerinden biri de Alisan’ın babaannesidir. Aynı evde yaşamalarına rağmen her şeyleriyle yabancıdırlar birbirlerine.
“Bu kez ne tam olarak babaannenin ne de senin olan bir gövdede birbirinizin içine girmiş, bir kaynak aletiyle yapılmış gibi birleştirilmişsiniz: yaşlı, kuru, yara kabuğu gibi dökülmek üzere olan köseleleşmiş deri, yumurta çürüğü kokan bir zar gibi sizi sarıp sarmalamış.” (Son Adım, s. 90)
Bütün bu iç içelikler, bu sarılıp sarmalanma halleri içinde bir tanımama, bilmeme hali de sürüp gider. Kendini en yakından bildiğini sanan insan, aslında kendi hakkında hiçbir şey bilmediğini dehşetle fark eder.
“Hiçbir şey bilmiyorum diyorsun, hiçbir şeyden emin değilim, en ufak bir şeyden bile. Şimdiye kadar en azından kendim hakkında birçok şey öğrenmiş olmam gerekmez miydi? Ama tuhaf, kendim hakkında bile en küçük bir şey bilmediğimi hissediyorum.” (Son Adım, s. 142)
Zaman Yaşamı, Yaşam Zamanı Tüketiyor
Alisan, akıp giden ve tükenen yaşam karşısında hem çaresiz ve edilgen bir seyircidir, hem de yaşam ipine (Son Adım, s. 58) telaşla asılmaya çalışır ama bunu bir türlü beceremez, Kader’le karşılaşıncaya dek.
“Bir kadınla birlikte olmayı beceremedim, bir erkek olmayı beceremedim, bir yaşam kurmayı beceremedim. Bütün sınavlardan çaktım… İşte şimdi buradayım, daha doğrusu şimdi ile buranın birbirini dışladığı bu sapakta: ya sonlanmayan, asla bitmeyen bir şimdi içinde ama burası yok – ya da burası var, bir bataklık gibi yayılmış, çivilenmiş bir burada var, ama şimdi yok, çoktan geçip gitmiş.” (Son Adım, s. 38)
“… yaşamın çoktan bitmiş gibi hissediyorsun. Sanki başka biri – senin bir benzerin, hatta tıpatıp eşin, senden başkası değil şüphesiz, yine de bir başkası – tüm yaşamını senden önce yaşayıp senden önce bitirdi. Sadece şimdiki yaşamını değil, hayal edebileceğin ya da gerçekleşebilecek bütün olası yaşamlarını da tüketip sen daha başlamadan bitirdi.” (Son Adım, s. 19)
Son Adım’da birey, geçmişle gelecek arasında ezilip öğütülür. Olmayan, yaşanmamış geçmiş geleceği olanaksız kılar.
“Bir geçmiş yok, diyorsun, kimin geçmişi bu bilmiyorum ama benim değil, benimse bile daha çok duvarın ya da duvar biçiminde yükselmiş bir saydamlığın gerisinde, gelecekse… Belki o da çoktan yitip gitti. O öteki senden önce yaşayan, geleceğini de senden önce yaşayıp tüketti.” (Son Adım, s. 19)
“Düşündüğün şey aynıydı: bir hiç gibi ölüp gitmek. Sefil bir yaşam, sonunda da bu sefilliği taçlandıran ölüm. Şüphesiz boş, paslı bir konserve kutusundan bozma bir taç olurdu bu. Karşındaki eriyip giden bir bedenden daha fazla bir şey değil.” (Son Adım, s. 127)
Yaşam yarı yolda sönüp giden bir balon, belki de yarım kalmış bir taslaktı.
“Sönüp gitmek, diyorsun, sönüp gitmek; bu ölmek değil, kendini öldürmek değil, sefilce bile olsa öldürülmek değil, bir hayatın yarı yolda tıpkı bir balon gibi sönüp gitmesi demek.” (Son Adım, s. 221)
Zamanın tek sonucu yaşamları aşındırması, eskitmesi, soldurması, törpülemesi, küçültmesidir. Aslında ne şimdi, ne geçmiş, ne gelecek vardır. Sadece soluklaşan, küçülen, dağılan, silinen ve giderek yok olan hayatlar vardır.
“Çocukluğumun insanları, diye düşünüyorsun, onları başka başka zamanlarda, başka başka durumlarda da görmüş olmana rağmen hep çocukluğuna aitlermiş gibi hissediyorsun. Bir arada onlarcası bir odayı doldururlardı, koltuklara sandalyelere dağılmış konuşur, gülerlerdi. Ama şu anki durumun çok büyük bir farkı var. Bunu açıkça görebiliyorsun: Artık o yankılanan, çın çın gülüşler yok, bu gülüşler soluk, tedirgin, parlaklıklarını yitirmiş. Bu kalabalığın da çocukluğundan aklında kalan o canlı, parlak, güçlü kalabalıkla bir ilgisi pek yok. Küçülmüşler, diye düşünüyorsun, zayıflamış, ufalmış, iki büklüm olmuşlar. Belki beni dağıtan aynı şey onları da başka bir biçimde dağıttı.” (Son Adım, s. 219-220)
Ve Korku…
Ayhan Geçgin romanının sözcüklere pek dökülmese de her an hissedilen ana teması korkudur. Korku bir leitmotive olarak tüm romanların dokusuna sinmiştir. An gelir, korkunun en koyu karanlığı olan bir ölüm hücresinde korku son bulur.
“Zihnin berraklaştıkça korku da içinden çekip gidiyor. Yalnızca burada olmanın, olabileceklerin korkusu değil, o aslında hep sende var olmuş olan, o soyut, ele avuca gelmez korku da. Korku yok oluyor, şimdi cesur olmaya bile gereksinimin yok artık.” (Son Adım, s. 246)
Çünkü “İnsan bir hiç değildir.” (Son Adım, s. 247)
Ayhan Geçgin Romanının Geçmiş Kökleri, Gelecek Dalları…
Günümüzde zamanı aşan bir roman yazmak için cesarete, gerçek bir cesarete gereksinim var. Hele on yıl içinde aynı tonda üç roman yazma ısrarı göstermekte fazlasıyla var bu. Elbette bütün piyasa kurallarına rağmen (çok satanlar listesine hiçbir zaman girmeyeceğini bile bile) bu üç romanı basmakta ısrar eden yayınevi için de aynı şeyi söyleyeceğiz. Sadece insan ruhunu ilmek ilmek çözen, okunması zor romanlarla, romandan çok romancının izini süren az sayıdaki roman okuyucusuna ulaşmakta ısrar etme cesaretinden söz ediyoruz. Çok satanlar listesinde yer almaz, kitabevlerinin ön plandaki köşelerinde, masalarında yer almaz, oralarda yer almak için genç kızları avlayacak roman başlıkları atmaya tenezzül etmez. Onlar sadece zamanları aşarak sonsuz bir zamana ulaşır.
Aynı geçmişteki kökleri, ataları gibi. Kan bağına dayanan atalardan söz etmiyoruz. Otobiyografik öğeler taşıdığını tahmin ettiğimiz üç romanında Ayhan Geçgin’in aile ilişkilerine olan uzaklığı net bir şekilde gözlenir. Onun ruhsal ailesi bizce, zamanı aşan, kayıp zamanın izinde giden romancılardır. Onlar da ilk yayınlandıklarında sansasyon yaratmamış, hatta ana akım tarafından görmezden gelinmişlerse de kayıp zamanı aşarak bugünkü yerlerini almışlardır. Bireyin olağanüstü ruhsal ızdıraplarıyla Kafka’yı hatırlatır Ayhan Geçgin romanı. Bireyin yalnızlığını ve yabancılaşmasını ele alışıyla, toplumun karşısında çırpınan bireyi yansıtışıyla ve hatta varoluşçu felsefesiyle de Sartre’ı ve Camus’yü. Özellikle de Camus’nün Yabancı’sını (“Türkiye edebiyatının Yabancı’sı olarak okudum Son Adım’ı.” Ceren Cevahir Gündoğan, “Gövdenin Kökle Kavuşması”, Biletsiz, 19 Aralık 2011).
Bu romanın Türkiye edebiyatında da kökleri var, güçlü kökler bunlar. 1960’lardaki varoluşçu denebilecek edebi eserlerdedir bu kökler. Ferit Edgü’dedir, Demir Özlü’dedir, Bilge Karasu’dadır, Yusuf Atılgan’dadır. Kent anlatımlarıyla Adnan Özyalçıner’dedir. Bugün artık kaybolmuş ama 1960’larda umut veren bir öykücü olan Gürsen Topses’tedir.
Kaybolmak dedik de… Bir edebiyatçının geçmişte kaybolması olağan görülebilir. Bir noktadan sonra başka bir yol tutmuş ve edebiyatı bırakmıştır. Onu bilenler bilir, hatırlar.
Peki ya bugün piyasanın yok ettikleri ne olacak? Ayhan Geçgin’in çileli yolunda yürümeyi seçmiş genç edebiyatçılar? Örneğin ondan yirmi yaş küçük bir Emre Altındağ’ın Ve Zamanın Çoğunda Hiçbir Şey Olmadı adlı (Kibele Yayınları, 2012) 150 sayfalık mütevazı romanı? Bunun cevabını yine Ayhan Geçgin veriyor:
“Önceki on yıllarla karşılaştırıldığında yazılanların çokluğuna, görünüşteki çeşitliliğine rağmen piyasa denen gizemli şey, genel, bildik ya da egemen eğilimlerin dışında yazmaya çalışanları ya eliyor ya da görünmez hale getiriyor. Yazarı ya kendisine uygun biçimlerde yazmaya ya da yok olmaya zorluyor. Eskiden yazarı hapse atar, kitapları yasaklarlardı – şüphesiz bu sürüyor – ama bugün daha etkili bir yöntem var. Eski tecrübelerden edebiyatın devlet tarafından nasıl öldürüleceğini çok iyi bilmekteyiz, ama anlaşılan piyasa tarafından nasıl öldürüleceğinin henüz yeterince farkında değiliz.” (Ayhan Geçgin, “Sanki Dilin Egemeni Olan Bizmişiz Gibi Bir Hava Var Yazılanlarda”, Mustafa Orman’ın Röportajı, Edebiyat Haber).