Birinci bölümden, s. 7-10
Akşam vaktiydi. Amaila cam kenarında oturuyordu. Ufuk bu kadar kızarmayalı aylar olmuştu; ateş ırmakları, ateşin her tonu vadinin karanlık ağzına akıyordu koyu koyu. Harika bir manzaraydı ve Amalia, ateşten levhalar kararıp da hiçlikte kaybolana kadar pencereden bir yere kıpırdamadı.
Sonra bir sessizlik çöktü; tek bir ses bile gelmiyordu evden. Amalia bu görüntüyü kendi içinde saklamak istiyormuş gibi yüzünü ellerine gömdü. Gün sönene, karanlık evi ve avluyu sarmalayana kadar böyle oturacaktı sanki. Ama bu sadece bir anlık bir şeydi; vücudu büzüldü, büzüldü, sonra aniden, beklenmedik bir şekilde gözyaşlarına boğuldu, içinden kopan derin hıçkırıklarla sarsılıyordu.
“Ne oldu?” diye seslendi ağabeyi.
Onun sesini duyunca vücudu daha da büzüldü ve yere çöktü.
“Neyin var?” Ağabeyi üzerine eğilmişti.
“Korkuyorum.”
“Neden?”
“Bilmem.”
“Korkacak bir şey yok.”
“Korkuyorum.”
“Kendini topla.”
Başını kaldırıp gözlerini açtı ve “Bastıramıyorum,” dedi.
“Neyi?”
“Korkuyu.”
“Korkma.”
“Artık ağlamayacağım, tamam,” dedi ve sesini kesti. Ağlaması yatıştı, oturdu. Ağabeyi vücudundaki titremeyi ve nefeslerini hissedebiliyordu. Geçen sonbaharda da yine bu sıralarda korkuları, kaygıları yenmenin şart olduğundan, yaklaşmakta olan kara ve ayaza karşı insanın kuvvet toplaması gerektiğinden bahsetmişti.
“Özür dilerim,” dedi kardeşi sözünü bölerek.
“Neden korktuğunu anlamıyorum.”
“Evden.”
“Bütün evler aynıdır.”
“Burası başka.”
“Sana öyle geliyor.”
Ayağa kalkıp lambayı yaktı. Işık kardeşinin perişan yüzünü aydınlattı. Daha yeni fark ediyordu: Çocukluktan beri bakmaktan hoşlandığı, sağ kaşının üzerindeki ince leke biraz sararmış gibiydi.
“Bu kış soğuk olacak mı?” diye sordu, biraz kendini toparlayarak.
“Olur herhalde ama endişelenecek bir şey yok. Odunluk odun dolu, hem gerekirse öteki sobayı da yakarız. İçerisi Türk hamamı gibi sıcak olur.” Bu son kelimeleri duyunca kardeşinin yüzü bir gülüşle aydınlandı ve eski güzel çizgilerinin bir kısmı geri döndü.
“Çok korkaksın,” diye şefkatle azarladı onu.
“Biliyorum ama ne yapabilirim?”
Ağabey ayağa kalktı ve bir şey söylemeden dışarı çıktı. Karanlık beklediğinden daha fazlaydı. Ufuk, koyu, kara lekelerle kaplanmıştı. El yordamıyla odunluğa girip lambayı yaktı. Her akşam yaptığı işti bu ama belki Amalia ağladığı için her şey ona dar ve tehditkâr görünüyordu şimdi. Hava kararmış olmasaydı aşağıya centillerin tavernasına inip birkaç içki yuvarlayabilirdi. İnsan teri ve hayvan gübresine karışan votka kokusu onu rahatlatır, bambaşka bir adam olarak geri dönerdi. Amalia oraya gitmesinden hoşlanmadığı için bu işi gizlice yapardı. Bazen yolda centil bir kadınla karşılaşır, onunla bir-iki saat geçirirdi. Dağlardaki centil kadınlar iffetli pozu kesmezdi. Karşılarına bir erkek çıktı mı onunla yatarlardı. Geriye döndüğünde Amalia yüzündeki ifadeden, giysilerinin kokusundan erzak almaya değil tavernaya gittiğini anlardı. Tabii çok sinirlenirdi ve ona alttan alta işkence ederdi.
Kış hızlı adımlarla yaklaştığı için artık o keyiflerden de mahrum kalacaktı. Alçak bulutlar pencerelerin üzerine oyalanacak, kepenk gibi üzerlerine kapanacaktı.
Daha bir ay öncesine kadar ortalık insan kaynıyordu, çok kalabalık olmasalar da göz önündeydiler. İsimlerini, boylarını, yürüyüşlerini biliyordu. Üç-dört günden fazla kalmazlardı. Yine de geriye varlıklarından bir şey kalırdı. Ancak kışın uzun ve gergin günleri onları hafızadan ağır ağır silerdi. Burada sonbahar uzun ve amansızdı. İnsanların evlerinden çıkmasına izin vermezdi, hem evleri de emniyetli değildi. Rüzgâr evleri yıkmaya çalışırdı.
İki yıl önce sonbahar yumuşak geçmişti ve anılar sıcak evin içine yayılmış, evi görüntüler ve gölgelerle doldurmuştu. Amalia çocukluğunun unutulmuş ayrıntılarını hatırlamıştı. Nedense babasına takılmıştı hafızası; yaşadığı zamanlarda varlığı evde hissedilmeyen, ölümü de büyük bir etki yaratmayan o uzun ince adama. Bu dünyada davetsiz bir misafirdi sanki. O kış, babasının öldüğünü birilerinden daha yeni duymuş gibi onun için ağlayıp durmuştu.
Bundan böyle etrafta kimselerin olmayacağı, bu ıssız yerde sadece Amalia’yla ikisinin hapis olacağı düşüncesi bir an göğsünü sıkıştırıp nefesini kesti. Eve dönmek gelmiyordu içinden. Gökyüzünü yakan günbatımını ve Amalia’nın karışık yüzünü bütün netliğiyle hatırlıyordu. Ruhuna korku gibi bir şey sızdı. Her şey yanılsamadır; ihtiyar adamın sesini hatırlıyordu. Günlerce kalmıştı burada, asil yüzlü uzun bir adam, ayakkabılarından şapkasına kadar boylu boyunca umutsuzluk kokan bir adam. Bunca yıllık hizmetinde burada çok yüzler görmüştü, hüzünlü yüzler, sıkıntılı yüzler, ama bu ihtiyar adamınki gibi bir umutsuzluğa hiç rastlamamıştı. Bir-iki kere ona yaklaşmaya çalışmıştı ama adam her türlü yakınlığı itiyordu ve herkesin aşağı indiği gün o da inmişti.
Eve döndüğünde Amalia, ruhen ve bedenen kendini tümüyle patatesleri kilere taşımaya vermişti. Kolları çuvalları bir yük hayvanının sebatlı çalışkanlığıyla kavrıyordu.
“Neden beni beklemedin?”
“Çuvallar ağır değil,” dedi hemen.
“Karanlıkta merdivenlerden yuvarlanmayasın.”
“Dikkat ediyorum,” dedi ve yoluna devam etti.
Gad nedense bu sefer ona yardım etmedi, zaten çuvalları hiç zorlanmadan taşıyordu. Son olarak bir kasa elmayı iki eliyle kaldırıp onu da aşağıya taşıdı. Evi küf kokusu doldurmuştu.
Kilerin kapısını kapatmalısın diyecekti Amalia’ya ama demedi.
Çuvallarla kasaları aşağı indirmeyi bitirdikten sonra alnındaki teri sildi ve “Dört çuval patates var. Bence bize yeter,” dedi. Terle kaplı yuvarlak yüzü toprağı işleyen birinin hayretiyle doluydu.
“Ağaçlarda biraz daha elma kaldı,” dedi Gad.
Amalia cevap vermedi. Oturdu.
Soba gürlüyor, kış sıcağı yayıyordu. Bir-iki dakika önce Gad’a musallat olan açlık biraz yatışmıştı. Bir bitkinlik vardı üzerinde.
“Birer kahve içsek ya,” dedi yine de.
“Ben hiçbir şey istemiyorum,” dedi Amalia ellerini kımıldatmadan.
Uzun süre öyle oturdular. Amalia sobanın yanındaki kanepede, Gad karşısındaki dar sedirde. Sobadaki odun kuruydu ve hoş bir sıcaklık veriyordu. Gün boyu işler ve korkular ayaklarının dibine düşmüştü. Endişelenemeyecek ya da korkamayacak kadar yorgundular. Sessizce kendilerini bırakıp uykuya daldılar.