Neslihan Önderoğlu, "Tutulamamış yasa ağıt: 'HAH'", Edebiyat Haber, 13 Nisan 2013
"Yas tutamamak, ölüm ve yeniden doğumun büyük, insanca döngüsüne girememektir." Robert Jay Lifton
Birgül Oğuz, ilk öykü kitabı Fasulyenin Bildiği’nden uzun bir süre sonra bu kez yas üzerine bir kitapla okuyucunun beğenisini topluyor. Aslında HAH için bir öykü kitabı demek çok zor. HAH, tek tek öykülerden ziyade konusu yas olan bir uzun metin, bir novella, ama dil yapısı, söyleyiş tarzı ile de bir şiir, tutulamamış, tamamlanamamış olan bir yasa ağıt aynı zamanda.
Ölüm kayıpların en somutudur. Yas tutma ise herhangi bir yitim ya da değişikliğe verilen psikolojik yanıt, iç dünyamız ile gerçeklik arasında bir uyum sağlayabilmek için yaptığımız uzlaşmadır. HAH’ta bu uzlaşma dönemi iki safhadan oluşuyor. Birincisi, kendisi için ne anlama geldiğini yeniden değerlendirmek üzere ilişkiyi gözden geçirme. İkincisi, onu geleceği olmayan bir anıya dönüştürme. Ya da dönüştüremeyerek bitmeyen, rehabilite olamamış bir yasın içine gömülme. Kitapta her iki sonuca da ulaşmak mümkün.
Türkiye’nin tarihi aslında yas yasağı ile doludur. Pek çok toplumsal travmanın görmezden gelinerek, yadsınarak, yok sayılarak üzeri örtülmüştür. Kolay unutan bir toplum olmanın nedeni belki de budur. Oysa yası tam olarak tutulmamış kayıplar, yaşamımıza gölge düşürür, enerjimizi yutar ve bağlantı kurma yeteneğimizi bozar. Eğer yas tutamıyorsak eski sorunların, düşlerin ve ilişkilerin kölesi olarak kalırız. Yitirilen şey çok sevilen bir insan olabileceği gibi, bir umut, bir ülkü, bir dostluk, terk edilen eski yaşantı hatta eski bir kendilik olabilir. Birgül Oğuz, HAH’ta ölümü bütün bunlara bir prototip olarak ele alıyor. Yani beklenmedik bir şekilde ölen “üzgün uzun” bir babanın yasını tutarken onu kişisel bir yas olmaktan çıkarıp babanın kişiliğinde temsil edilen 12 Eylül travmasının neden olduğu toplumsal bir yasa dönüştürüyor. Güncel kayıpla başa çıkabilmek için geçmişteki “yası tamamlanmamış kayıplarla” karşılaşmaya zorluyor kendini ve okuyucuyu. Kitabın arka kapağında belirtildiği gibi “Temsil, telafi ve idrak edilemez olanı temsil, telafi ve idrak etmeye çalışıyor.”
Kitap üç bölümden oluşuyor: “TUZ RUHUN”, “DAN” ve “SU RUHU”. Bu bölümlerin isimleri aslında yasın evrelerini anlatıyor. Gerçekten de ilk bölümde ölüm tıpkı bir tuz ruhu gibi yakıcı ve yıkıcılığıyla okuyucunun içine düşüyor ve bu sayede kişisel bir yastan ziyade kolektif bir yasa evriliyor. Çünkü her kayıp bizi kaçınılmaz bir keder içine sürükler ve her kayıp tüm geçmiş kayıpları canlandırır.
İlk bölüm yasın ilk evresini oluşturuyor; keder. Öfke, yadsıma, bölme (zihnin bir yanının yadsırken, bir yanının yitimi bilmesi), pazarlık ve yitimin gerçekliği yavaş yavaş içimize işledikçe oluşan sıkıntıyla örülü tepkiler, düşler, hayaller bu kederin tipik belirtileri. “Dön” ve “Dur” adlı öykülerde ölüm tazeyken gösterilen bu tepkileri izliyoruz. Karşımızda daha kentli ve bireyleşmiş bir aile var. Yasın kolektif evresini oluşturan cenaze, taziye ziyaretleri, irmik helvaları, mevlitler, teselli sözleri “Dur” adlı öyküde bütün bu ritüellerin bilirkişisi Şükran Teyze’de vücut buluyor ve sağaltıcı değil öfkelendirici oluyor. Geleneksel aile tipinde kişiler birbirlerinin acılarını paylaşıp hafifletebilirken burada birbirlerinin yaralarını saramadıkları gibi acılarını yalnız yaşamak istiyor: “Beni burada unutsalar. Perdeyi sımsıkı çekip savrulsalar. Şakağımda bekleyen namluyla baş başa kalsam. Oturup kendime üzgün uzun bir çukur açsam. İçine girip uyusam. Uyudukça tenhalaşsam. Uzak olsam…” (“Dur”, sayfa 26.)
Birbirlerinin acısına da öfkeleniyorlar: “Bir dilim olsa bas bas diyeceğim: savulun! Bu nasıl çember, daralıyor. Dudaklar durmuyor, şiddetleniyor rüzgâr. Bu nasıl çember, soluk aldırmıyor…” (“Dön”, sayfa 16.)
Bu öfke anlatıcının dilinde en çok anneye yöneliyor: “Zamanın pimini o ara çekişimi, anamı ben ve benimle birlikte ölümü doğurmaktan vakitsizce men edişimi, son sözümü de bu uğurda kullanışımı, yani artık hatırsız, yasasız, azade ve dilsiz bir doğumsuz olduğumu, yani anımsamanın ben bu tenhaya tutundukça tedavülden kalktığını bana söyletmeyin”. (“Dön”, sayfa 18.) Zaman zaman da yaratıcıya ve diğerlerine: “Yarabbim her neredeysen çık ortaya… Dön, sayfa 17) , (Kavmim ağlıyor çünkü Allah çocuklarını sevmiyor. Allah yazıyor kara kara ama herkes okuyor mu bakalım. Ben okumam mesela. Beni saymayan Allahı ben hiç saymam. Beni kavmimle bir araya getiren basit bir ağrıdır yalnızca…” (“Dur”, sayfa 23.)
“DAN” adlı ikinci bölümde tek öykü var; “Devr”. Birinci bölümdeki “De” adlı öykü ve ikinci bölümün tek öyküsü olan “Devr”, özdeşimler üzerinde ilerliyor. Özdeşim, bir başka kişinin bazı yönlerini, ülkülerini ve işlevlerini üstümüze alarak gerçekleştirdiğimiz bilinç dışı bir süreçtir. Kaybettiğimiz ilişkiden, gereksinim duyduğumuz bir şeyi kendimize mal ederiz. Diğer bir deyişle “Devr” alırız. Birgül Oğuz, bu özdeşimi kaybedilen babanın siyasi kişiliği ile kuruyor: “Anladım, hiç iyi değil hiç iyi değil, hiç durmadan anladım. Pahası hayat olan bir dava bu, bir cür’et. Bedeli gizlice ve azar pıssst azar ödenecek ve zamanı geldiğinde baba, bir ihtilal daha var deyip gidecek…” (“De”, sayfa 31.) Yaşı gereği aslında hiç mağduru olmadığı bir yası “vekâleten” tutuyor: “Devraldığım bayrağın ortası delik, rengi karaydı. Cür’etin ve babamın yasını bu bayrakla tutacaktım. Sonra da üstümdeki toprağı silkip cür’et edecektim…” (“De”, sayfa 32.)
Bu özdeşleşme süreci bir çeşit çelişki de içeriyor. Babanın inancını, davasını, yıkıma uğramış bir toplumsal hareketin yasını üstüne aldıkça babaya olan bağımlılık da azalıyor: “… başka ağızlardan başını çıkarmış başka ölülere el edip n’aber? Diyorlardı, ne güzel bir sabah ama, ah, alıştın ölülüğe?” (“Devr”, sayfa 47.)
“Ama dünyanın tuzu sensin, unutma, diyor baba, bir ihtilal daha var. Elime çok –ama çok- çok ağır bir şey tutuşturuyor. Seke seke uzaklaşıyor koridorda sonra. Ya hu! Olacak şey mi bir babanın seke seke koşması koridorda?” (“Devr”, sayfa 53.)
Üçüncü bölüm olan “SU RUHU”nda hayatını suda sonlandıran babayla adım adım bir hesaplaşma, sorgulama, ödeşme ve ayrışma seziliyor. Yani tuz ruhu suyun içinde sönüyor ve dinginleşiyor. İlk öykü olan “Değ”de anlatıcı ölen babanın ölüm ilamı için nüfus müdürlüğüne gidiyor.
İkinci öykü olan “An”da anlatıcı, acısını yalnız yaşamak için kaçtığı Ada’dan annesinin ısrarıyla tekrar şehre dönerken yaptığı vapur yolculuğunda tek başına yaşadığı yas sürecini ve o süre boyunca hayatını suda sonlandıran babanın hayaliyle yüzleşmesini anlatıyor: “Baba yatağın kenarına oturdu, çabucak. Rû’ya’nın terli saçlarını okşamaya başladı, yanağına, alnına dokundu, anlamak istiyordu, nasılsın diyordu, çok uzaklardan bir sürü haber getirdim sana diyordu…” (“An”, sayfa 75.)
Son öykü olan “Çık”ta ise ölen baba bir anlamda yeniden öldürülerek mezara konuyor ve bizzat babanın ağzından anlatılıyor bu çürüme hikâyesi. Beden çürüyüp yok olurken sözcükler ve dil de deformasyona uğruyor. Böylece yasın ikinci ve son evresi tamamlanmış oluyor: onu geleceği olmayan bir anıya dönüştürme.
Birgül Oğuz bu yas sürecinde içselleştirmiş olduğu edebi metinler ile de ilişki kuruyor. Öykülerin tümünde italik ile yazılmış olan bölümler ya doğrudan ya da yazarın kendi diliyle harmanlanarak bu yas sürecine eşlik/duygudaşlık ediyor. Leyla Erbil, Oğuz Atay, Bilge Karasu, İsmet Özel, Ahmed Arif, Kemal Varol, Özge Dirik, Kazancı Bedii’den tutun Joyce, Shakespeare hatta Eski Ahit ve İncil’e kadar geniş bir yelpazede.
Biraz da kitabın anlatım diline değinecek olursak başlangıçta da belirttiğimiz gibi şiire göz kırpan bir dil başköşede oturuyor. Metnin bütününe hâkim olan bir ritim duygusu var. Öyle ki okuyucu bazı bölümleri sesli okuma ihtiyacı hissedebiliyor. Öykülerin hemen tamamında tekrarlanan başta “Hah” sözcüğü olmak üzere, ha-ha, ah, aha, ha gibi sesler bu ritim duygusunu güçlendiriyor.
“Hah” sözcüğünün metindeki ritim işlevinin yanı sıra çok önemli bir anlamı daha var. Psikolojide yas tutan kişi içe alınmış olan kaybı (inroject: içe alınmış nesne) sıklıkla bedenden ayrı bir ses olarak hisseder. (Vamik D. Volkan and Elizabeth Zintl. Life After Loss: The Lessons of Grief) Dikkat edilecek olursa “hah” aslında tam da böyle bir ses. Sadece Türkçe sözlükteki, beklenen bir şey olduğunda duyulan sevinç ve onama anlamıyla kullanılmıyor öykülerde. Bir ses olarak Türkçedeki bütün söylemleriyle, yani bazen bir reddediş, bazen bir burun kıvırma ve küçük görme, bazen inkâr ve alay, bazen de içteki çok büyük bir sıkıntıyı dışa haykırma anlamında sürekli meal değiştiriyor. Bu da yukarıda saydığımız yas tutma sürecinin bütün evrelerine (öfke, yadsıma, bölme, pazarlık ve sıkıntı) tekabül ediyor.
Metis’in nefis kapak tasarımı, renk seçimi ve dizgisi ile de taçlanan HAH, “yas tutma” üzerinde uzun süre düşünülmeye teşne, incelikli bir çalışma.