Emek Erez, "Didem Madak’tan bize kalan kadın Ah’ları", Edebiyat Haber, 13 Ağustos 2014
Tayfun Atay Çin İşi Japon İşi kitabında kadın ve erkeğin cinsiyet rollerinin oluşumuyla ilgili çok güzel bir tanımlama yapar; “Kadın pembeyi almıştır çünkü pembe, evdir. Eve hapsolan kadın pembe hayaller kurmaya mahkûmdur. Erkek maviyi almıştır. Mavi, gökyüzüdür, dışarısıdır, yaşamdır.”
Toplumsal cinsiyet rollerinin tarihsel süreç içerisindeki değişimi insanın teknolojik anlamdaki “ilerlemesiyle de” ilgilidir. Sabanın icadıyla ortaya çıkan süreç erkek gücünün ön plana çıkmasını sağlarken, kadının daha çok ev çevresinde bir yaşama hapsolmasıyla sonuçlanmıştır. Ve bu gün kadınlık ve erkeklik rollerinin oluşumunda bu durumun oldukça yüksek payı vardır. Çocukluğumuzdan itibaren bu rollere uygun biçimler alırız kadınların ve erkeklerin gelecekte nasıl bir yaşam süreceği daha çocukken oynanan oyunlarla, aile içindeki iş bölümüyle şekillenir.
Elbette yukarıda bahsettiğimiz bu durum edebiyat, sinema veya sanatsal dünyanın başka alanlarına da yansımıştır. Bu bağlamda Didem Madak’ın özellikle Ah’lar Ağacı şiirinin kadının oluşturulmuş cinsiyet rollerine dair oldukça fazla imge barındırdığını düşünüyorum. Ev yaşamına hapsolmuş, kendisine yüklenen cinsiyet rolleriyle yaşama hazırlanmış kadının; dört duvar arasına sıkışmış hayalleri, umutları, karamsarlık, çıkmaz, sınırlı neşe, bol keder, yalnızlık, olduramamışlık, Didem Madak şiirinde çok derin imgelerle ve bir “Ah” şeklinde karşımıza çıkıyor.
Eski tül perdelerden gelinlik biçerdik
Kardeşimle kendimize durmadan,
Olmayan çayları,
Olmayan fincanlardan içerdik.
Olmayan kapıları açardık,
Olmayan ziller çaldığında.
Siyah papyonlu olurdu mutlaka
Resim defterimizdeki damat.
Toplumsal cinsiyet rollerinin daha çocukken oynadığımız oyunlarda bize o rolleri yüklediğinden bahsetmiştik. Madak’ın Ah’lar Ağacı şiirinin dizeleri tam da bu konuda örnek olarak gösterebileceğimiz dizeler. Kadının gelecekle ile ilgili kurduğu ilk hayal gelinlik ve ev yaşamı üzerinedir genellikle. Toplumsal gözetim, aile, okul bireyin rollerinin şekillenmesinde ön plandadır. Kız çocuğunun oyuncakları fincanlar, çaydanlıklar, tencereler, bebekler olurken erkek çocuğunun silahlar, arabalar, toplar ile oynadığına tanıklık ederiz. Erkeklik rolleri hep dış dünyaya yönelik olarak biçimlenirken, kadınlık rollerinin ev ve çevresi bir yaşama göre kurgulandığını görürüz. Ve böylece kadına yüklenen rol Madak’ın çok güzel ifadesiyle ilişkilendirerek söylersek; “olmayan çayların olmayan fincanlardan içildiği” bir dünya anlamına gelir. Çünkü kadının yaşamsal pratiği günümüzde ev dışında da varmış gibi görünse de hayal ettiğinin çok uzağında aslında dayatılan ve “olamayan” bir yaşam olarak şekillenecektir.
Taş bebeğim ters çevrilince ağlardı
Bir derdi var derdim.
Derdimi demeyi ben taşbebeğimden öğrendim.
Ninni derdim, ninni bebeğim!
Cam gözlerini kapardı, naylon kirpiklerini.
Plastik gözkapaklarının ardında,
Bilirdim rüyaları yoktu bebeğimin,
Gözyaşları da.
Kadın dediğimizde aklımıza ilk gelen kimliğin annelik olduğunu görürüz. Peki bir de neden? diye soralım, nedeni şu annelik küçük yaştan itibaren öğretilendir çünkü. Çocukken kız çocuklarına hediye edilen bebekler hiç de masum değildir bu nedenle. Devlet ve ahl?ksal söylemlerde de hep kutsiyet atfedilir anneliğe ve bu kimlik öyle bir yapıştırılır ki kadına varlıksal olarak kadın artık yalnızca anne olarak anılır. Öyle ki kadına yönelik bir olumsuz bir durumda bile söylem “sizinde ananız bacınız var” şeklinde dile getirilir. Buradaki durum, kadın kimliğinin toplumda neredeyse kaybedildiğine ve kadının söylemsel pratikte “anne ya da bacı” olarak konumlandırıldığına da gösterge olur. Yukarıdaki şiirde ifade edildiği gibi kadın daha çocukken taş bebeklere söyler derdini ancak o taş bebekler, onun geleceğinde yükleneceği rolün imgesidir. Söylenen ninni, cam gözler, naylon kirpikler, rüyaları olmayan bebek, gerçek yaşamda; rüyaları olmayan, naylon bir yaşama hapsedilmiş kadınların temsili olarak çıkar karşımıza.
Yaşlanmaya başlayanların,
İtiraf edilemeyen aşkların,
Evde kalmış kızların.
Ahlat ahların ağacıydı, Cezayir nasıl cezaların ülkesiyse
Öyleydi işte.
Toplumsal algıda kadını kurumsal olarak kapatmanın, ev çevresine hapsetmenin bir diğer yolu da evliliktir. Belli bir yaşa gelen kadının evlenmemiş olması genel ahl?k tarafından bu nedenle hoş karşılanmaz. Aile ve okul kurumu gözetiminde, cinsiyet rollerinin ona atfettiği rollerle biçimlenen kadın bu sefer bir kurum devam ettiricisi olarak evlenmeye itilir. Ayrıca ulus devlet süreçlerinde kadın, ulusu devam ettirici bir imge olarak var olabilmiştir. Ulus devletin kadın imgesi iffetli, namuslu, itaatk?r, “kızlık” ve analık ödevlerine bağlı bir kadınlık durumudur. Rubina Saigol ulus devlet içinde kadının hep vatanla özdeşleştirildiğinden bahseder, ulus devlet için vatan topraktır toprakta tarih içinde efsanevi bir şekilde anadır. Ancak bu süreçte kadın hiçbir zaman bu kutsal analığa erişememiştir tam tersine onun bir millete aidiyeti genel olarak bir erkekle evliliğine bağlı olmuştur. Ayrıca vatanla kadının bir diğer ortak noktası daha vardır o da namustur. Militarist anlayışta hem topraklarının altı ve üstüyle vatan, hem de erkeğin sahip olduğu “şey” olarak kadın namustur. Bu nedenle kadının aile kurumuna hapsedilmesinin altında yatan hiçbir zaman “huzurlu sıcak bir yuva” değildir. Tam tersine devletin ve onun kurumsal varlığının devam ettirilmesidir. Şiire dönecek olursak durum tam da “Cezayir nasıl cezaların ülkesiyse, öyledir işte” kadınlık durumu da, evde kalmış, aşkları odalara sıkışmış bir bireyliğin temsilidir ve cezadır.
Didem Madak’ın özellikle Ah’lar Ağacı şiiri bize kadınlar ve oluşturulmuş “kadınlık” durumuyla ilgili çok şey söylüyor. Onun şiirleri zaten okunup geçilecek şiirler olmasının ötesinde, durup durup üzerine düşünülecek şiirler olarak çıkıyor karşımıza. Ve bana kalırsa bu nedenle Didem Madak’ın Ah’ı yalnıza bireysel bir çığlık olarak değil hepimizin özellikle de kadınların Ah’ı olarak var etmeye devam edecek kendisini, içimizde bir yerde. Çünkü yaşadığımız dönemde kadın; “yükleri ağırlaşsın diye, tabutumun içinde tepineceğim” diyen, Madak’ın haklılığında var etmeye çalışıyor kendisini.