Eray Ak, "Yakılamayan 'elyazmaları'", Cumhuriyet Kitap Eki, 22 Eylül 2014
Rus edebiyatı dendiğinde hemen akla düşen isimler her ne kadar Dostoyevski, Tolstoy ve Çehov gibi yazarlarsa da daha pek çok has edebiyat kaynağının bu topraklarda yattığı bilinir. Rus edebiyatının sınırları da geniştir bu anlamda ve toprağı eşeledikçe yeni yeni hazineler vermeye teşne olmuştur her zaman; hâlâ da öyle. Bir diğer yandan ise bu hazinelerini -gariptir ama- gizlemeye de teşnedir. Tezat ve ötesi...
Bu zıtlığın, olayın diğer yüzünün nedenlerini öğrenmek için Rusya tarihinde çok küçük bir gezinti yapmak yeterli olacaktır. Rus edebiyatı üzerine konuşurken bahsedilen bu diğer yüzde, karşımıza Sovyet Rusya ve onun "kibarca" haber alma teşkilatı diyebileceğimiz KGB çıkar.
Sovyet Rusya yönetimi ve KGB, ideolojilerine ters gelen, ilkelerine "artık zararlı" ve devrim ruhunu kendilerine göre "içselleştirememiş" yazarları bir şekilde ortadan kaldırdı. Bunu bazen "ortadan kaldırmak" deyiminin en kötü karşılığı bir ölümle, bazen onu yazmaktan vazgeçirecek kadar baskılayarak bazen de edebi mirasını ortadan kaldırarak yaptı. Yani yazarlar bir şekilde "ortadan kalktı" ve zamanının muktedirine göre "zararsız" hâle getirildi.
Ancak Mihail Bulgakov'un Usta ve Margarita'da, Stalin Rusyası'na getirdği şeytan bile şunun farkındaydı: "Elyazmaları yanmaz!" Bunu genişleterek şu da söylenebilir: Sadece elyazmaları değil edebiyat da asla yok olmaz, yanmaz.
Ki yanmadı da...
Aradan belki yıllar geçti, devran değişti ve Stalin Rusyası'nın "yaşarken gömdüğü" o yazarlar gün yüzüne çıkmaya başladı. Bu çıkışla birlikte de altüst edilen değerlerin ne denli önemsenmesi gereken sesler olduğu anlaşıldı. Belki hakları geç tesilim edildi, yaşamlarında bulmaları gereken tanınırlığı, mezarlarında, onları kimse duymazken yakaladılar ama en azından Bulgakov'u haklı çıkardılar.
Muktedire de çok önemli bir not bıraktılar yaşadıklarıyla ama muktedir de bu notu, ölüp gittikten sonra adlarının bugün nasıl hatırlandığıyla almadığını kanıtladı zaten; klasik bir muktedir profilinde rahatlıkla okuyacağımız gibi. Tıpkı dün olduğu gibi, bugün olduğu gibi...
Dün gömülmeye çalışılan yazarlar bugün henüz "bir kısmı" açıklanmış KGB arşivlerinden çıktı haliyle gün yüzüne. Az önceki cümlenin "bir kısmı" bölümü vurgulu çünkü KGB arşivlerinde daha kimlerin yattığı, hangi cevherlerin bulunmayı beklediği, bulunduklarında dünya edebiyatını nasıl etkileyeceği, çağında bir şekilde yazmayı sürdürse bugüne nasıl bir miras ya da etki bırakacağı bilinmiyor. Ama bu arşivlerden ortaya çıkan birkaç yazar, bize oranın nasıl bir hazine olduğunu anlatır nitelikte.
KGB'nin Edebiyat Arşivi
Has edebiyatın peşinde koşanlar İzak Babel ve Vasili Grossman isimlerini hatırlayacaklardır. İkisi de dönemin paradigmasını anlamlandırma noktasında, bugünden bakıldığında çok önemli bir yerde duruyor.
Stalin’in karanlık ve baskıcı zamanlarında ürünlerini verir İzak Babel ve yazdıklarında döneme eleştirel bir tutum takındığı, ama "resmî" nedenle ajanlık yaptığı için 15 Mayıs 1939’da tutuklanır. Bu bir tutuklanmadan ötedir tabi, ortadan kaybolur adeta. Ardında hiçbir iz bırakılmaz. Geride kalan her şeyine de el konur. Yazışmaları, taslakları ve elyazmaları dahil Babel'e ait her çizik "Stalin’in yoldaşları" tarafından zimmete geçirilir ve bunların hiçbiri bugüne kadar ortaya çıkmaz. Adı sadece devletin resmi kayıtlarından değil edebiyat ansiklopedilerinden de çıkarılır. Yapıtları toplatılıp yok edilir ve Babel’in sanki hiç var olmadığı bir dünya yaratılmaya çalışılır.
Bir diğer isim Vasili Grossman da tıpkı Babel gibi Stalin dönemini yaşar ve yapıtlarında yaşatmaya çalışır. Bu bağlamda büyük eseri Yaşam ve Yazgı'yı 1950'lerde kaleme alır. Tıpkı bir diğer büyük roman Savaş ve Barış gibi büyük bir muharebenin, İkinci Dünya Savaşı'ndaki Stalingrad Savunması'nın etrafında şekillenen bir dönem romanı olan Yaşam ve Yazgı, her şeye rağmen direnen insanların kaderini anlatmakla kalmıyor, Stalin Rusyası'nda yaşananları gerçekçi bir dille gözler önüne seriyordu. Stalin'in ölümünden sonra yaşanan "yumuşama" döneminde yazdıklarının yayımlanabileceğini düşünen Grossman, pembe düşler kurduğunu ise henüz bilmiyordu. Ancak Grossman'ı, Babel'e göre şanslılardan sayabiliriz çünkü kendisi değil de romanı suçlu bulunur. KGB, yazarın müsveddelerine, hatta daktilo şeritlerine dahi el koyar. Politbüro'dan Mihail Suslov'un deyişiyle ise "Kitabın yayımlanabilmesi için en az 300 yıl geçmesi gerekir." Grossman ise romanının basıldığını göremeden umutsuzluk ve hayal kırıklığı içinde 1964'te ölür. Ancak Bulgakov yine haklı çıkar. Elyazmaları bu kez de yakılamaz ve kitabın iki kopyası gizlice ülke dışına çıkarılarak, Batı'da, 80'lerden sonra yayımlanır. 20. yüzyılın Savaş ve Barış'ı olarak...
Bu iki isim de her ne kadar silinip sindirilmeye uğraşılsa da bugün, Rus edebiyatının önde gelenleri arasında sayılıyor.
Platonov'un Kendine Özel "Cehennemi"
Yukarıda anlatılanların hepsinin nedeni tek bir isme gelebilmek ve o ismin yaşadığı, eserlerini verdiği ortamın nasıl bir cehennem olduğunu gösterebilmek adınaydı. Şimdi ise sıra o ismin, yani Andrey Platonov'un ona özel yaratılan kişisel cehennemi ve bu cehenneme rağmen insan sıcaklığını hiç unutmayan eserlerine göz ucuyla da olsa bakmaya geldi.
Her şeyin başında şunu söyleyelim: Andrey Platonov yazarlığında son derece parlak bir çıkış ve bu çıkışı karanlığıyla gölgede bırakabilecek bir düşüş yaşar. Bu düşüş edebiyatının düşüşe geçmesi ya da yazdıklarının artık okunmaması anlamında değil elbet. Yazdıkları okunuyordu. Hatta öyle ki Stalin bile onun yazdıklarını ciddiye almıştı. 1926'dan itibaren yayımlanmaya başlayan kısa öyküleri sayesinde, dönemin tanınmış yazarı Maksim Gorki tarafından keşfedilmesiyle girdiği edebiyat dünyasının kapıları, II. Dünya Savaşı sırasında yaptığı savaş muhabirliğiyle ona sonuna kadar açılır. Çok da uzun sayılmayacak bir aradan sonra ise tek bir ışık girmeyecek denli kapanır. Çünkü az önce de söylediğim gibi "okunuyordu". İnsanlara okuttuğu şeyler ise Sovyet Rusya'nın topyekün eleştirisi değil belki ama eksikleriydi. Bunu da kafasındaki ideali tamamlama adına yapıyordu belki, kim bilir ama sonuçta bu kadar eleştiriye dahi tahammül edemezler ve yazmasının önüne geçerler. Bir öğretici olarak girmesi gereken edebiyat fakültesinde müstahdemlik yapmak zorunda bırakılır. Oğlunu ise "vatan haini" diye çalışma kampına gönderirler. Tüberküloz olup döndüğünde Platonov'dan başka bakacak kimsesi yoktur. Baba da oğul da tüberkülozdan ölürler. 1951'de; Andrey Platonov henüz 52 yaşındayken...
Ama elyazmaları yine yanmaz! Muktedirin, "zamanında" bir şekilde bastırdığı bu ses, uzun yıllar yasaklı kalsa da yine KGB arşivlerinden çıkan önemli yapıtları 1991'den itibaren okurla buluşmaya başlar.
Hümanizmin Pratriğe Dökülmüş Metinleri
Akabinde değil tabii ama Platonov, Türkçede de yayımlanır.
Türkçede Platonov'dan ilk okuduğumuz kitap Çukur. Şimdilerde baskısı bulunabilir mi bilemiyorum ama Tükiye'de, 2008'de, Kayhan Yükselir çevirisiyle yayımlanan roman, Platonov'un komünizm karşıtı olarak tanınmasına sebep olan yapıtıdır aynı zamanda çünkü yazar, bir köyden özel mülkün tasfiye edilişi sırasında yaşananları çarpıcı bir bakış açısıyla anlatır kurduğu bu hikâyede. Bunun önemli bir diğer yanı da var elbet çünkü Platonov, hiçbir zaman komünizim karşıtı olmaz. Aksine sıkı bir komünisttir ama onun idealist bakış açısı, gördüklerini söylemesi gerekliliği uyandırır onda. Bunu da boğmayan ama kendini bir biçimde hissettiren bir alegoriyle yapar bu romanında. İdealist bakış açısı ise sadece bu romanına değil tüm yazdıklarına yansır. Çukur'un ardından yayımlanan öykü derlemesi Dönüş'te de bunu görmek mümkün. Dönüş'te bir diğer yandan, hümanizmin pratriğe dökülmüş metinlerini okur gibi oluruz.
Dönüş, Platonov öyküleri arasından yapılmış dokuz öykülük bir seçki. Belli bir motif birlikteliğinden doğduğu söylenebilir bu seçkinin çünkü genelde "savaştan dönen erkekler" sadece kitaba adını veren öyküde değil hemen her öyküde karşımıza çıkar. Bir yandan da art alanda sürekli olarak gezinen açlık ve safaletin resmidir bu öykülere yansıyan ama bu da Platonov'a has bir bakışla tabii ki. Bu özgün bakışı ise tüm o kötücül manzaranın ardına döşediği insani motiflerle yakalıyor Platonov. Umudu ve sevgiyi bir şekilde öykülerinin katarına takıveriyor. Evladını kaybeden bir ineğin öyküsünü anlatırken bile insanlığın fotoğrafını çekip umudu baş köşeye oturtuyor. Bu bağlamda doğanın da çok önemli bir motif olarak yer aldığını vurgulamak gerek Platonov'da. Onun için insan, hayvan ya da bitki değil varlığın kendisi önemli. O nedenle bir kütük parçası da dile gelebiliyor Platonov metinlerinde. Öykülerinde genellikle köylüyü, köylüleri de anlatsa fark etmiyor o yüzden. Onlar da Platonov'un "varlık" çatısı altındaki en halis yerlerini alıyor.
Aslında genel bir bakış olarak alabiliriz az önce söylenenleri Platonov için. Türkçede yayımlanan diğer romanları; evrenin en yoksul halkını anlattığı Can'da, komünizme ve yaşamı değiştirme fikrine inanmış küçük insanların hikâyesi Çevengur'da ve alegorinin üst düzeyde içine sızdığı, Moskova adındaki bir kızın yaşamını anlatan, bitiremediği romanı Mutlu Moskova'da da farklı yansımalarıyla görüyoruz bunu.
Aynı şekilde geçen günlerde yayımlanan öykü derlemesi Muhteşem Vahşi Dünya'da da bu insana insanca bakışın farklı bir yansıması var.
Görebilmenin "Dertli" Çekiciliği
Platonov'un, Metis Yayınları'nca basılan tüm kitaplarında olduğu gibi, Çevengur çevirisiyle ödül alan Günay Çetao Kızılırmak'ın titiz çevirisiyle okur karşısına çıkan Muhteşem Vahşi Dünya'da, tıpkı Dönüş'te olduğu gibi Platonov öykülerinden derlenmiş dokuz öykü var karşımızda. Yine aynı Dönüş'te olduğu gibi bir motif birliği söz konusu bu öykülerde de. Nasıl ki Dönüş'te savaş dönüşü küçük dünyalar resmediliyorsa burada, dünyanın ve teknolojinin gelişimine ayak uydurmaya çalışan, belki de yakalamış ama bir şekilde motif olarak bu "vahşi" dünyanın "muhteşemlikleri" ana eksende kendine yer buluyor. Ama insan yine önde...
Platonov'un yazdıklarını yaşamından ayrı düşünmek imkânsız. Her satırında yaşanmışlık ve yaşamın ta kendisi yer alıyor bu öykülerde de. Yazarın, 1899'da bir demiryolu işçisinin oğlu olarak dünyaya geldiğini, İç Savaş sırasında Kızıl Ordu'da görev aldığını, sonrasında elektrik mühendisi ve arazi ıslahı uzmanı olarak çalıştığını bildiğimizde, kitaptaki öykülerin nasıl gerçeklerden, yaşam ve yaşanmışlıklardan doğduğunu daha iyi anlayabiliyoruz. Dahası, farklı bir anlam düzeyi de aralanıyor böylelikle...
Öykülerde; demiryolu motifi, bazen kitaba adını da veren öyküdeki gibi sadece bir makinist, elektrik getirmek ya da toprak ıslahı için çabalayan insanları anlatan önemli parçalar kitabın genel atmosferini meydana getiriyor. Öyküleri bu bağlamda bir kültürün dirilişi olarak da okuyabiliriz. Yeni dünyanın, yeni yeni oluşan imgelerinin diriliş hikâyeleri...
Rusya'da komünizmi yayma uğraşıyla Platonov'un kendince harcadığı özel çabanın yansımaları aynı zamanda Muhteşem Vahşi Dünya. Buna bağlı olarak yazarın, teknolojiyle kurduğu ilişki dikkate değer. Bu olguyu yaşamıyla ilişkilendirerek okumak mümkün ama Platonov'un makineler ve buluşlarla farklı bir bilinç düzeyinde ilişki kurduğu açık. Makineleri, buluşları, teknolojik gelişimi önemsiyor Platonov çünkü makineleri, bilimi insanlığı özgürleştirmede en önemli yardımcılardan bir olarak görüyor ve adeta resimlediği o sefalet manzaralarından kurtuluşun müjdecisi olarak yaklaşıyor onlara. Kitaptaki, "Yepifan Savakları" adlı öykü, Çarlık Rusyası'nın müthiş zorbalığını anlatmasının yanında bunun özlemini betimlemek için yazılmış adeta. Aynı şekilde "Elektiriğin Yurdu" adlı öyküyü de bu kervana katabiliriz.
Platonov'un roman ve öykülerini ise farklı değerlendirmek gerek. Her ne kadar romanlarının imgesel boyutları biraz daha fazla olup düşsel manevralara daha fazla alan açsa da, öykülerinde gerçeğe biraz daha tutunup onları gün yüzüne çıkarma uğraşı var yazarın. Fikir temelinde birliktelik her zaman için geçerli ama öykü ve romanlarının dünyalarını farklı kefelerde ağırlamak lazım.
Tüm bunlar doğrultusunda, son söz olarak, görebilmenin "dertli" çekiciliğine kapılmış bir yazar olduğunu söyleyebiliriz Platonov'un. Dönemi ekseninde düşündüğümüzde belki daha birçok yazar onun gördüklerini görmüştü ama Platonov'un bir hastalığı daha var anlaşılan; "yazmak". İşte tam da bu yüzden başı ölesiye ağırır yaşamı boyunca. Onun gördükleri, aslında içinde bulunduğu, kendini ait hissettiği bir mücadelenin kendince eksik gördüğü, yamanması gerektiğini düşündüğü yanlarıydı. Ama dönemi için "haksız" sayıldı. Şimdi şimdi değeri anlaşılıyor ve Rus edebiyatında etkisi, Kafka'nın Batı edebiyatına yaptığı etkiyle kıyaslanıyor.
Yani, elyazmaları bir kez daha yanmıyor...