Önsöz, s. 13-17
Yersiz Yurtsuz, büyük ölçüde yitik ya da unutulmuş bir dünyanın çetelesi. Bundan birkaç yıl önce, hekimlerin koyduğu tanıya bakılırsa ölümcül olan hastalığımı öğrendiğimde, doğduğum, çocukluk yıllarımı geçirdiğim Arap dünyasında ve ortaokula, liseye, üniversiteye gittiğim Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşadığım hayatın öznel bir muhasebesini ardımda bırakmanın ne derece önem taşıdığı birden kafama dank etti. Bu kitapta andığım yerlerin, insanların çoğu artık yok; yine de onları en küçük, en akıl almaz ayrıntılarına varıncaya dek nasıl da içimde yaşatmış olduğumu keşfetmek yazma sürecim boyunca sık sık hayrete düşürdü beni.
Elimi kolumu bağlayan hastalık, tedavi ve endişe dönemlerimde ayakta kalabilmemdeki en büyük pay kuşkusuz belleğime aittir. Bir yandan başka şeyler yazarken, bu kitabın müsveddeleriyle hemen her gün gerçekleştirdiğimiz buluşmalar hayatıma keyifli olmasına keyifli, ama bir o kadar da emek isteyen bir düzen, bir disiplin getirdi. Üzerinde çalıştığım diğer kitap ve üniversitedeki görevim, bu kitabıma konu olan dünyalardan, deneyimlerden beni uzaklaştırır gibiydi: Bellek denen şey, üzerine düşeni yapsın diye tenezzül edilen yordamlar ve etkinliklerce zora koşulmadığında kuşkusuz çok daha verimli, çok daha özgür oluyor. Yine de Filistin sorunuyla ilgili siyasi yazılarımın, siyaset-estetik ilişkisini özellikle opera ve düzyazı kurmaca ölçeğinde sorguladığım çalışmalarımın ve halen yazmayı sürdürdüğüm, günümüz biçem anlayışını (Beethoven ve Adorno’dan başlayarak) ele alan diğer kitabımın konusuna kendimi fazlasıyla kaptırmış olmamın bu hatıratı alttan alta beslediği de su götürmez.
Kitabı bitirdikten sonra, 1998 Kasımında yeniden bir Ortadoğu yolculuğu yaptım. Bir Zeit’te düzenlenen, benim de katılımcı olduğum Filistin manzarası konulu konferans süresince Kudüs’te kaldım. Ardından, Kahire’nin seksen kilometre kuzeyindeki Tanta Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan, gelecek vadeden bir öğrencimin doktora tezi savunmasında bulunmak üzere Mısır’a gittim. Bir zamanlar geniş ailemin bütün fertlerinin yaşadığı onca kasaba ve köyün Filistinli azınlığın İsrail egemenliği altında yaşadığı bir dizi İsrail yerleşimi —Kudüs, Hayfa, Taberiye, Nasıra ve Akra— haline gelmiş olduğunu bir kez daha kendi gözlerimle gördüm. Batı Şeria’nın, Gazze’nin bazı kesimlerinde özerk denebilecek Filistin yerleşimleri olmakla birlikte, özellikle sınırlardaki, kontrol noktalarındaki ve havaalanlarındaki bütün güvenlik denetimleri olduğu gibi İsrail ordusunun elindeydi. ABD pasaportumun doğum yeri hanesinde Kudüs yazdığından, İsrailli memurların tüm güvenlik noktalarında bana yönelttikleri rutin sorulardan biri de, doğumumdan tam olarak kaç yıl sonra İsrail’den ayrıldığımdı. Filistin’den Aralık 1947’de ayrıldığımı “Filistin” sözcüğünün üzerine basarak söylüyordum. Arkadan gelen, “Burada yakınlarınız var mı?” sorusuna verdiğim “Hayır, kimsem yok” yanıtı, hiç beklemediğim ölçüde derin bir üzüntü ve kayıp duygusu uyandırıyordu içimde her seferinde. Kimsem yoktu, çünkü 1948 baharının başlarında geniş ailemin bütün fertleri bu topraklardan sürülmüş, o günden beri de sürgünde kalmışlardı. 1947’deki ayrılışımızdan sonra ilk kez 1992 yılında, aynı zamanda doğduğum ev olan Batı Kudüs’teki aile evimizi, annemin büyüdüğü Nasıra’daki evi ve dayımın Sefad’daki evini ziyaret etmeyi başarabildim. Bu evlerin başka sahipleri vardı artık ve bu durum, elimi kolumu fena halde bağlayan belirsiz bazı duygusal nedenlerle, şöyle bir göz gezdirmek için bile olsa bir kez daha kapılarından girmemi çok zor, hatta gerçek anlamda imkânsız kılıyordu.
1998 Kasımında yaptığım gezi dahilinde Kahire’de bulunduğum sırada, eski komşularımız Nadia ve Huda’yı ve Aziz Osman Caddesi’ndeki apartmanımızda uzun yıllar bizim üç kat aşağımızda oturmuş olan anneleri Mrs. Gindy’yi ziyarete gittim. Bana yirmi numaranın, yani eski dairemizin boş olduğunu ve satılığa çıkarıldığını söylediler. Evi yeniden satın almamı öneriyorlardı. Bir an düşündükten sonra, neredeyse kırk yıl önce boşalttığımız bir evi yeniden almanın bana bir şey ifade etmediğine karar verdim. Bu konuşmanın üzerinden bir-iki dakika geçmemişti ki, Nadia ile Huda mutfakta benimle görüşmeyi bekleyen biri olduğunu söylediler. Öğle yemeğine oturmadan onu görmeyi ister miydim? Yukarı Mısır köylülerine özgü koyu renk kaftanı ve türbanıyla ufak tefek, ince yapılı bir adam girdi odaya. İki kadın kendisine, sabırsızlıkla görmeyi beklediği Edward’ın ben olduğumu söylediğinde, adam biraz geri çekildi ve başını iki yana sallamaya başladı. “Hayır,” diyordu, “Edward uzun boyluydu ve gözlük takıyordu. Bu Edward değil.” Neredeyse otuz yıl hizmetimizde kalmış olan sofracımız Ahmed Hamid’i tanımakta gecikmedim. Hepimizin aileden biri gözüyle baktığı, alaycı, fazlasıyla dürüst ve sadık bir adamdı Ahmed. Otuz sekiz yıllık bir yokluktan sonra karşısında gördüğü bu kişinin ben olduğuma, değişikliğin hastalığımdan ve yaşımdan ileri geldiğine ikna etmeye uğraştım onu. Kavuşmanın mutluluğunun ve yası tutulan o geri getirilemez zamanların gözyaşlarına boğularak birbirimizin kollarına atıldık birden. Beni nasıl omzuna aldığından, mutfakta ettiğimiz sohbetlerden, ailece Noel’i ve yılbaşını kutlayışımızından ve bu gibi eski anılardan konuştuk. Ahmed’in yalnız yedimizi —annemle babam ve beş çocuk— değil, bütün halalarımı, bütün teyzelerimi, amcalarımı, dayılarımı, kuzenlerimi, anneannemi, hatta aile dostlarımızdan birkaçını bile en umulmadık ayrıntılarına varıncaya dek hatırlıyor olması ağzımı açık bırakmıştı. Geçmiş, Asuan yakınlarındaki uzak kasabalardan Edfu’da bir başına yaşayan bu yaşlı adamın dudaklarından dökülmeye başladıkça, yalnız hepten maziye karışmış olmakla kalmayıp, akıllara düşen bir-iki hatıra ve kırk yılın başında yapılan sohbetler de olmasa kimseler tarafından hatırlanmaz olmuş, kaydı tutulmamış o tarihin ve yaşanmışlıkların ne derece kırılgan, ne derece kıymetli ve ne derece ömürsüz olduğunu bir kez daha anladım.
Bu tesadüfi karşılaşma, o günlerde yaşanan hayatı elimden geldiğince gün yüzüne çıkardığım bu kitabın, Ortadoğu’da yaşanan o gelgitli yılların —doğduğum yıl olan 1935 ile doktoramı tamamlamak üzere olduğum 1962 yılı arasına denk gelen yıllardı bunlar— gayriresmi kişisel bir kaydı olarak bir ölçüde geçerlik taşıdığına dair inancımı daha da pekiştirdi. İkinci Dünya Savaşı’nın, Filistin’in yitirilmesinin ve İsrail’in kurulmasının, Mısır’daki krallık rejiminin sona ermesinin, Nâsır yıllarının, 1967 Savaşı’nın, Filistin hareketinin doğuşunun, Lübnan İç Savaşı’nın ve Oslo barış sürecinin oluşturduğu bir arka planda hayat hikâyemi anlatırken buldum kendimi. Sayfalar arasında firari varlıklarına rastlamak mümkün olsa da, bu olayların tümü hatıratımda yalnızca üstü kapalı bir biçimde yer aldı.
Giriştiğim bu işin bir yazar olarak daha da ilginç bulduğum yanı ise, yalnız uzak bir manzarada değil, üstüne üstlük farklı bir dilde biriktirilmiş olan deneyimlerimi sürekli tercüme etmeye çalışarak dile getiriyor olduğum hissiydi. Herkes hayatı belli bir dilde yaşar; deneyimlerini bu dilde kazanır, bu dilde hazmeder ve yine bu dilde anımsar. Benim yaşamımdaki temel çatlak, anadilim olan Arapça ile, eğitim dilim ve eğitim sonrası akademisyenlik ve öğretmenlik kariyerim süresince ifade dilim olan İngilizce arasındaydı. Bu nedenle de kendi anlatımı başkasının dilinde kurmaya çalışmak —ki bunu yaparken dillerin birbirine karışmasının, bir dil dünyasından diğerine kayıvermemin önüne geçemediğim anların sayısı da az değildi— karmaşık bir uğraş oldu. Bu yüzden de Arapçada sözgelimi dayı ile amca arasındaki farkı belirtirken kullanılan sözcükleri İngilizcede ifade etmek başlı başına bir güçlük olup çıktı. Ama böyle ayrımlar ilk gençlik yıllarımda belirleyici bir rol oynadığından, bir yolunu bulup onları ifade etmek zorundaydım.
Dille başa baş giden bir diğer unsur da o yıllara ilişkin anılarımın merkezinde yer alan ve özellikle ayrılışlardan, varışlardan, vedalardan, sürgünden, nostaljiden, sıladan, ait olma ve yolculuk kavramlarından oluşan kaygan bir zeminde ele alınmış olan coğrafyaydı. Yaşadığım yerlerin her biri —Kudüs, Kahire, Lübnan, Amerika Birleşik Devletleri— büyümemin, bir kimlik kazanmamın, kendime ve başkalarına dair bir farkındalık oluşturmamın yabana atılmaz bir parçası olan karmaşık ve yoğun bir değerler yumağına sahiptir. Ayrıca bu coğrafyaların her birinde okulların anlatıda özel bir yeri vardır; çünkü annemlerin beni yerleştirdiği bu okullar bulundukları şehirlerin ya da kasabaların minyatürleri gibiydi. Kendim de bir eğitmen olduğumdan, okul ortamını anlatılmaya, tasvir edilmeye değer bulmamın şaşılacak bir tarafı yok. Beni asıl hazırlıksız yakalayan, küçük yaştan itibaren gittiğim okulları dahi bu kadar iyi hatırlıyor olmamdı; Amerika’daki üniversite günlerimde ya da yatılı okul yıllarımda edindiğim arkadaşlardan, tanışlardan ziyade bu okullarda kurduğum arkadaşlıkların hayatımın bir parçası haline gelmiş olduklarını fark etmekti. Üstü kapalı bir biçimde izini sürmeye çalıştığım şeylerden biri de çocukluk yıllarıma denk gelen bu okul deneyimlerinin üzerimdeki etkisi, bu etkinin neden halen sürdüğüydü; neden onları elli yıl sonra halen okurlarıma anlatmayı isteyecek denli büyüleyici ve ilginç bulduğum sorusuna bir cevap bulabilmekti.
Her şey bir yana, bu hatıratın yazılmasındaki asıl neden bugünkü yaşamımla o günlerdeki yaşamım arasındaki zamansal ve mekânsal uçurumun iki yakasını bir araya getirme ihtiyacıydı tabii ki. Bu kavuşmak bilmez mesafeye bariz bir gerçeklik olarak değinmek isterim yalnızca; yoksa onu uzun uzadıya ele almak ya da tartışmak gibi bir niyetim yok. Tek söyleyebileceğim, uzaklarda kalmış bir zamanı ve deneyimler yumağını yeni baştan kurmaya soyunduğumda bu mesafenin anlatımda bir kopukluk hali, ironik bir tavır ve hava yaratmış olduğudur. Bu kitapta sözü edilen insanlardan bazıları hâlâ hayattadır ve olasıdır ki, onlara ya da başkalarına ilişkin betimlemelerimden hoşlanmayacak, benimle aynı fikirde olmayacaklardır. Hiç kimsenin duygularını incitmek gibi bir niyetim olmamakla birlikte, yazma sürecimdeki birincil yükümlülüğüm başkalarına hoş görünmek değil, ne denli tuhaf olursa olsun kendi anılarıma, deneyimlerime ve duygularıma sadık kalmaktı. Anımsadıklarımdan ve gördüklerimden yalnızca ve yalnızca ben sorumluyum, geçmişte kalan ve üzerimde nasıl bir etki yarattıklarını asla bilemeyecek olan bireyler değil. Gerek anlatıcı gerekse anlatının bir karakteri olarak, aynı ironilerden, aynı yüz kızartıcı tasvirlerden payıma düşeni fazlasıyla aldığım, bu anlamda bilinçli olarak kendime bir ayrıcalık tanımadığım da yeterince açıktır umarım.