Melek Özlem Sezer, "Firdevs Adında Bir Kız Doğurmak İsterdim", Roman Kahramanları Dergisi, Nisan/ Haziran 2012
Neval El Seddavi’nin ‘Sıfır Noktasındaki Kadın’ adlı yapıtı, Whitman’ın sözlerini anımsatıyor: “Camerado, bu bir kitap değil. Buna dokunan, bir insana dokunmuş oluyor.”
Sayısız erkeğin altına kendini değil de insandan bir döşeği serip bırakan ancak fahişeliği, benliğini ayrı bir yerde ve zamanda tutarak yapmakla acı çekmemeyi öğrenen Firdevs; aynaya yüzünü görmeden bakmayı da başarır söylediğine göre. Çünkü özlemekten kurtulamadığı ve azabının başlangıcı olan annesi ince dudaklarında; babası ise büyük ve çirkin burnunda yaşamaya devam etmektedir. Aslında o daha çocukken yaşadığı toplumsal örgütlenmeye karşı eleştirisini acı bir bakışla özetler: Babasını köydeki diğer erkeklerden ayırt edemez. Küçük yaşta kaybettiği annesi ise dünyaya nasıl geldiğini sorduğunda, onu sünnet ettirecek, cinsel zevk almasını engellemeyi ahlâk sayarken; sisteme karşı edilgen tavrıyla da fahişelik kurumunun sürekliliğine yaptığı katkıyı hiç anlamayacaktır. Anne baba, benliğine kazınmış keskin bıçaklardır ve o hep bir bıçak onu dürterken yürümek zorundadır. Ki ereğini de o bıçakları eline almakla özetler, idamından önce.
Sisteme yem olmaya direndiği öyküsünde Firdevs, yaşamak için erkekleri bir örümcek gibi ağına getirmek zorundadır. Ama ağına dolanan sinekler, aynı zamanda kendinden olan bir parçanın, bir telinin de acımasına neden olur. Acıyan canına, orada titreyen ipliğe koştuğunda ise gördüğü hep bir erkek olur. Bu nedenle de eline geçen gazetelerdeki her erkek resmine tükürür usanmadan.
Whitman haklı, “Sıfır Noktasındaki Kadın” bir kitap değil, ona dokunan bir insana dokunmuş oluyor. Hem de sıradanlığı oluşturan mekanizmaları, çıplak gerçekle, süslemelere sapmadan basit ve yalın anlamına kavuşturduğu için olağanüstü bir insana. Firdevs, akıl dışı bir dünyanın ezip yok edemediği bir aklı gösteriyor. Fahişeliğin pek çok türüne değinerek, yaşadığı toplumsal yapının maskelerini bir bir indiriyor. Kesin olarak inandığım şu ki, Firdevs bir parça daha iyi koşullarda yaşasaydı, ismi ansiklopedilere geçecek bir kadın olacaktı. Ne ki rastlantı Neval El Seddavi’yi Kanatır cezaevine getirmeseydi, yeryüzünün onuru olan bu kadını hiç tanıyamayacaktık. Hep söyler dururlar: “Ama kadınlardan hiç büyük bir besteci, bir filozof çıkmadı ki!” İşte Firdevs, bu kadınların neden yeryüzünde görünür olamadığını da açıklıyor.
Ailenin Beden Tacirliği
"Ev, kızların cezaevi, kadınların çalışma yeridir."
Bernard Shaw
Aslında bir bakıma fahişelik yapmakla, sömürge toprağı kılınan bedeninin yaşadığı azabın biçimi değişir yalnızca. Ailede köle emeği ve şiddet nesnesidir. Annesi sünnet eder, amcası taciz eder, üvey anne ve yenge onu hizmetçileri kılar, derken çocuk yaşta evlendirilerek fahişeliğin en berbat biçimine zorlanır. İhtiyar kocası zengin, ama yanında ancak ölmeyecek kadar yemek yiyebildiği, pis, irinli, ruh yoksunu bir adamdır ve daha da acısı, kapıyı çarptığında döneceği bir yer yoktur. Anlar ki, kocasının tecavüzü ve dayağı ahlâk kurallarınca koruma altına alınmıştır. Daha önce çok değer verdiği ortaokul diplomasıyla bu evlilikten kaçmış, ancak sokakta üzerine dikilen bir çift gözden duyduğu korku onu geri döndürmüştür. İkinci kez sokağa kaçışında ise ortaokul diploması yine ona bir şey getirmez.
Fahişelik kaç kılığa girer?
İş ararken karşılaştığı Beyumi, -kahverengiyi beyaz sanacak kadar siyahta kaldığı için- ona bir prens gibi gelir. Ancak arkadaşlık, sonra da aşk sanrısıyla başlayan bu ilişki; önce yeni bir evliliğe, sonra da kâr ortağı olmadığı bir ticari meta olmasına dönüşür. Beyumi tecavüzlerini başkalarını da katarak genişletmiştir. Kilitlendiği evden komşunun yardımıyla kaçar ve bir bankta oturup Nil’i seyrederken, karşısına Şerife çıkar. Kimsin diye sorar. “Annenim” Firdevs için bu üçüncü kez fahişelik yapmaktır. Ona para verilmez ama konforlu bir yaşam sunulur. Nil’e bakan temiz, geniş, rahat bir evin, balkondan seyrettiği ağaçların, iyi yemeğin, yatağın ve elbiselerin mutluluğuna kanar. Şerife ona bir yaren ve öğretmen gibi görünür. Ancak neden haz almadığını sorduğunda, bıçak yeniden işleyecektir. Şerife zevk almak değil, iş yapmak için yatağa girdiğini, mutluluğun ise konfor olduğunu söyler. Firdevs bu sözden sonra, yatakta iyice duygusuzlaşır. Daha bakımlı, temiz ve görgülü adamlarla yatmaktadır ama o aptal soruya katlanamaz. İlk kez gerçekten ona “Zevk alıyor musun?” değil de, “Acı çekiyor musun?” diye soran bir adama döker içini. Fevzi Şerife’nin onun sırtından para kazandığını, onu alıp gitmek istediğini söyler. Fevzi Şerife’yle konuşmak için yanına gittiğinde, Firdevs olanları dinler. Fevzi önce Şerife’yi döver, zorlar, derken evde dayakla başlayan sevişmelerinin haz çığlıkları yankılanır. Firdevs bir kez daha sokaktadır. Ancak bu kez fahişeliği sorgulayarak. Paraya dair göz bağı açılır ve hayatında ilk kez biri tabağına gözünü dikmeden yemek yemenin zevkini tadar. Bundan sonra bağımsız bir fahişe olarak yaşamını konfor içinde ve istediği gibi kurduğu kütüphanesinde okuyarak geçirir. Şerife “Erkekler kadının değerini bilemez, Firdevs. Kendi değerini belirleyen kadındır.” demiştir. O da kendi değerini epey yüksek fiyattan belirler. Ne ki entellektüel müşterisiyle yaptığı konuşmanın “Sen saygın değilsin.” diye biten bölümü, ona yeni bir azap kapısı açar.
Firdevs saygın biri olmak uğruna, büyük bir sanayi kuruluşunda alt düzey memurluğa ve tuvaleti bile olmayan küçük bir odada yaşamaya başlar. Buradaki tacizlere verdiği yanıt muhteşemdir: “Bedenimin fiyatı, maaşımı arttırarak ödeyebileceğinizden çok daha yüksektir.” Belki de erkekler içten içe kadını ya anne-kutsal eş ya da fahişe olarak gördüğü için, ilk kalıba uymayanı ikinci kalıba sıkıştırmayı doğal hak sanmaktadır. Firdevs’se tıpkı para için evlilik gibi işyerinde iltimas ya da şefin öfkesinden kaçınmak için verilen cinsel rüşvetlerin de fahişelikten başka şey olmadığını söyler:
“Kadın memurların işlerini yitirmekten, fahişelerin yaşamlarını yitirmekten korktuğundan daha fazla korktuklarını fark ettim. Kadınlar işlerini kaybedip, fahişe olmaktan korkarlar; çünkü fahişelerin yaşamlarının kendilerininkilerden daha iyi olduğunu bilmezler. Böylece yaşama, sağlıklarına, bedenlerine ve akıllarına ilişkin hayali korkularının bedellerini öderler. Hepsinin kendilerini çeşitli fiyatlara satan fahişeler olduğunu biliyordum artık. İşimi kaybedersem, onunla birlikte ancak komik bir ücreti, üst düzey yetkililerin kadın memurlara bakarken gözlerinden okunan hor görmeyi, otobüste hissettiğim erkeklik organlarının o aşağılayıcı baskısını ve sabahları tuvaletin önündeki uzun kuyrukta beklemeyi kaybedeceğimi biliyordum.”
İşyerinde tanışıp her şeyi konuşabildiği için sevdiği devrimci İbrahim’in sahte kişiliği onu yaşama sevincinin zirvelerinde dolaştırmıştır. Ancak saf bir yeniyetme gibi tutulduğu bu ilk aşk, İbrahim’in müdürün kızıyla nişanlandığını öğrendiği gün biter. Bu ona fahişelik yapmaktan çok daha fazla acı verir. Çünkü o acı gerçek değil, düşseldir. O zamanlar hiçbir beklentisi yoktur ve silahlarını kuşanmıştır, karşılıksız hiçbir şey de vermemiştir. Ama “Aşkın korumasına sığınmak” isteyip tüm savunmalarını geride bıraktığı bu aşk uğruna kendini hiç olmadığı kadar alçalmış hissetmiştir. İbrahim’i sonradan şöyle tanımlar: “İlkeleri olan devrimciler de, aslında diğer insanlardan farklı değildi. İlkelerini satarak, başka erkeklerin parayla satın aldıklarını onlar kurnazlıkla elde ediyorlardı. Bizim için cinsellik neyse, onlar için de devrim oydu. Kullanılacak bir şeydi. Satılacak bir şeydi.”
Böylece İbrahim’in para vermemek için âşık rolü oynadığını kavrayacak ve yıllar sonra bir gün evine gelmesine izin verdiğinde, bu ziyaret karşılığında ondan para isteyecektir. İbrahim’in yüzünü kızartan eski sevgiliyle bu tür bir ilişki içine girmek değil, bedava olana para vermektir. Firdevs İbrahim darbesini yediği ilk günlerde şöyle düşünür: “Başarılı bir fahişe, zavallı bir azizeden daha iyiydi. Bütün kadınlar yalanların, dolanların kurbanıydı. Erkekler kadınları aldatır, aldandıkları için de onları cezalandırır; evlenmeye zorlar, sonra da ömür boyu hizmetçiliğe, küfürlere ya da dayağa mahkûm ederdi. En az aldatılan kadının fahişe olduğunu kavramıştım artık.”
Bedavaya getirilen değil, tekrar kendi fiyatını belirleyen bir fahişe olmayı seçtiğinde nefretini en çok İbrahim gibi sahte peygamberler kabartır: Öğüt vermeye kalkışanlar, yaşamını değiştirmeyi teklif edenler, onun düşük bir insan olduğunu anımsatarak kendilerini soylu ve üstün hissetmek isteyenler, yani her gün dayağını yediği bir adamla evliyken onu kurtarmaya yanaşmayanlar… Ama o kurmadığı bir oyunda, oyuncak değil de en azından oyuncu olmayı seçer:
“Bir Fahişe hep evet der, sonra fiyatını söyler. Hayır derse, fahişelik hayatı sona erer. Ben kelimenin tam anlamıyla fahişe değildim, ara sıra hayır derdim. Bunun sonucunda fiyatım hep arttı. Bir erkek, kadınlar tarafından reddedilmeye katlanamaz; çünkü kendi içinde de kendini reddedilmiş hisseder. Bu çifte reddedilmeyi kimse hazmedemez.”
Ne ki bir yabancı devlet başkanını reddedince, kapısından polis eksik olmaz. Firdevs polisin bir vatansever olarak görevi kabul etmesi isteğiyle alay eder. Bir defasında böyle önemli bir adama gitmeyi reddettiği için hapse girer ve pahalı bir avukat tutarak kurtulmasını şöyle açıklar: “Mahkeme benim saygın bir kadın olduğuma karar vermişti. Artık onuru korumak için büyük paraların gerektiğini, ama büyük paraların onuru yitirmeden kazanılamayacağını öğrenmiştim.”
Başka şeyler de öğrenmiştir Firdevs, “Havva’nın örtülü yüzünü” açığa çıkarmayı. Yaşamındaki eksiksiz her erkeğin ve sistemi destekleyen kadınların onu fahişeliğe itmekten öte; fahişeliği icat edip, onun varlığını korumak için yapıp ettiklerini. Kadınların kurbanları dışlamak bir yana onların etinden pay aldıklarını. Ve şöyle der: “Mesleğimin erkekler tarafından icat edildiğini, yeryüzündeki ve gökyüzündeki her iki dünyayı da erkeklerin ellerinde tuttuklarını biliyordum. Erkeklerin, kadınları bedenlerini satmaya zorladıklarını, en az para ödenen bedenin de eşlerin bedeni olduğunu biliyordum. Bütün kadınlar, öyle ya da böyle fahişeydiler. Ben akıllı olduğumdan, köle eş olmak yerine özgür fahişe olmayı yeğlemiştim.” Firdevs bedeninin bedelini yükselterek kendine hizmetçi tutar, doktor ve avukatları emrine amade kılar, gazetelerde resmini görmek istediğinde de bir gazeteci... “Bir gün gazeteler bir derneğe bağışta bulunurken resmimi basıp, benden sorumluluk sahibi bir yurttaş olarak bahsettiler. Bundan böyle ne zaman onura ya da üne gerek duysam, bankadan para çekmem yeterli oluyordu.”
Ne ki para kokusu almada erkek burnu gibisi yoktur. Nitekim poliste, yargıda adamları olan, güçlü bir pezevenk; Firdevs’in ona karşı koymak için giriştiği tüm yolları gülerek izlemektedir. İddia ettiği gibi korumaya ihtiyacı olmadığını söyleyen Firdevs’e verdiği cevap ilginçtir: “Korumasız yapamazsın, yoksa kocalarla pezevenklere iş kalmaz.” Firdevs temel amacı olan özgürlüğünü yitirmektense, okul ikincisi ve ülke yedincisi olduğunu kanıtlayan ortaokul diplomasıyla bir kez daha şansını denemeyi seçer. Mazruk onu engeller, bir kez daha döver ve bıçağını çeker. Ama ne hoştur ki, Firdevs’in elinden ve kendi bıçağıyla ölür. Firdevs bir kez daha sokağa atar kendini. “Nil, geceye büyülü bir hava katıyordu. Hava, temiz ve dirilticiydi. Sokakta yürüdüm; bütün maskeleri yırtıp altlarındakini ortaya çıkarmış olmanın gururuyla başım dimdikti. Ayaklarımın ritmik vuruşları sessizliği bozuyordu.”
Sokakta bir başına yürümenin bildik hikâyesi olan pahalı bir araba durur önünde. Yüksek bir fiyattan -bin liradan- açılan pazarlık, üç bin lirada son bulur. Babasının ömrü boyunca verdiği tek -bir kuruşa- göre çok etkileyici bir rakam. Ne ki sabrının sonuna gelen Firdevs Arap prensinin “Zevk alıyor musun?” sorusuna katlanamayıp “Hayır!” der ve paraları paramparça eder. Böylece babası eline ilk ve son defa bir kuruş koyduğunda keşfettiği gerçeği yeniden keşfeder. Paralarla birlikte hayatına giren tüm erkekleri paramparça etmektedir. Ama prense göre parçalanan paralar, onun gerçekten bir kralın kızı olduğunun kanıtıdır. Romanda Firdevs’in ağzından kana bulanmış gül yaprakları dökülür sanki:
“Öfkeyle ben prenses değilim.” dedim.
“Başta fahişe olduğunu sanmıştım.”
“Ben fahişe değilim. Ama çocukluğumdan beri babam, amcam, kocam, hepsi bana fahişe olarak büyümeyi öğrettiler.”
Prens bana yeniden bakarak güldü ve “Gerçeği söylemiyorsun. Yüzünden bir kralın kızı olduğunu okuyabiliyorum.” dedi.
“Babamın bir şey dışında kraldan farkı yoktur.
“Nedir o?”
“Bana öldürmeyi öğretmedi. Her şeyi yaşarken öğrenmeye bıraktı beni.”
“Yaşam sana öldürmeyi öğretti mi?”
“Elbette.”
“Şimdiye kadar kimseyi öldürdün mü?”
“Evet.”
Bir an yüzüme bakıp güldü. “Senin gibi birinin adam öldürebileceğine inanamam.” dedi.
“Neden?”
“Çünkü çok yumuşaksın.”
“Kim demiş yumuşak insanlar adam öldüremez diye?”
Yeniden gözlerime bakıp güldü ve “Senin bir sineği bile öldürebileceğine inanamam.” dedi.
“Sinek değil, ama adam öldürebilirim.
Firdevs konuşmayı prense tokat atarak bitirir. “Şimdi sana vurduğuma inanabilirsin. Boynuna bıçak saplamak da bu kadar kolay işte, aynı hareketi yinelemek yeterli.”
Prens tokadın gerçeğini kavramış olacak ki, Firdevs’in meydan okuyuşu hapishanede devam eder ve durumuyla ilgili en gerçekçi yorumu yapar: “Evet katilim, ama suç işlemedim.”
Çatlayan bir sabır taşı olan Firdevs, polise giden yolu aslında kendi eliyle açar. Daha önce başarıyla sakladığı nefret, artık dizginlenebilecek gibi değildir. Tanıdığı tüm erkekler onda tek bir istek uyandırmıştır. Yüzlerine okkalı bir şamar indirmek! Ama “korku” ona bunun çok zor olduğunu düşündürtmüştür. İlk tokattan sonra elinin hareketi kolaylaşır, o el bir bıçak taşısa bile... Ciğerlere dolup hissedilmeden boşalan havanın doğal rahatlığıyla saplayıp çıkarır bıçağı. Bu güç, gerçeği hiç zorluk çekmeden anlatmaya da yansır. Çünkü gerçek kolay ve yalındır. Ve gerçeğe ulaşmak, artık ölümden korkmamak demektir. Her ikisiyle de yüz yüze gelmek büyük bir cesaret gerektirdiğinden, ölümle gerçek birbirlerine benzer. Gerçekler de insanı öldürdüğü için, ölüm gibidir. Bundandır ki şöyle der: “Ben bir insan öldürdüğüm zaman, onu bıçakla değil, gerçekle öldürdüm. Bu yüzden korkuyorlar; beni yok etmek için bu yüzden acele ediyorlar. Bıçaktan korkmazlar. Onları korkutan gerçeğimdir. Bu korkutucu gerçek bana büyük bir güç veriyor. Beni ölümden, yaşamdan, açlıktan, çıplaklıktan ya da yılgınlıktan koruyor. Beni hükümdarlarla polisin zalimliğinden koruyan da bu korkutucu gerçektir.”
Hapishanede kutsal ve saygın bir ikon olarak algılanan Firdevs, büyüleyici kişiliğiyle herkesi çemberine alır. Yazar, ancak o ölmeden bir gece önce ve ölüm sabahına kadar onunla konuşabilmiştir. Firdevs kimseyle konuşmaz, yemez, içmez, dahası idamını değiştirebilecek bir mektup yazmak için devlet başkanına da eğilmez.
Yaşam ondan yoksun kalır, ama onun yaşamı bir romanla dünyaya buruk bir armağan olarak bırakılır. Dünyanın en eski konularından biri olan fahişelik; onun doğrudan gözlemleriyle gerçeğin kavurucu çıplaklığına kavuşur. Evlilikteki fahişeliği suratımıza haykırırken, entelektüellerin sığlığını, devrimcilerin çıkarcılığını ve asıl tüm bunların bizi fahişe kıldığını beynimize kazır. Toplumun allayıp pullayıp alkışladığı ilişkilerin, dibinde kaynayan yılan dolu nehrin tıpasını açıverir. Nasihati illa da musibetle birleştirmeden alamayanlara, hayatlarımızın dışına atacağımız bir ibret hikâyesi olmadığını, sıradan gerçeğin içinde hep birlikte yaşadığımızı haykırır.
Firdevs, tüm çabalarına rağmen hak ettiği çıkışı yakalamak için destek bulamayan bir kadının idamını simgeler. Ki bu kitabı okuyan binlerce kişi içinde hep onun elini tutmanın hayalini büyütmüştür kuşkusuz. Oysaki Firdevs’in hep işaret ettiği gibi asıl olan hayatı okumaktır ve o zaman böyle kitapların yazılmasına da gerek kalmaz. Biz hayatın içinde çok kez başka Firdevs’lerin gözünü kaçırırız ama o ta gözbebeğimizin dibine bakar. Gözler Firdevs için vazgeçilmezdir. Örneğin annesini şöyle anlatır: “Bütün anımsadığım kapkara iki yuvarlağın çevresinde apak iki halka. Akın daha ak, karanın daha kara olması için, bu gözlere bir bakmam yeterdi; sanki gizemli bir kaynaktan alıyorlardı ışıklarını, çünkü toprak katran karası, gökyüzü ise aysız güneşsiz, gece kadar karanlıktı.”
Üvey anneyle ise bütün bir geceyi ağlayarak geçirmesine neden olan bir deneyim yaşar: “Bu kadının gözlerine hiç ışık değmemiş gibiydi, günün en ışıklı, güneşin en parlak olduğu zaman bile... Bir gün başını ellerimin arasına alıp, yüzünü güneşe döndürdüm. Ama gözleri sönmüş iki lamba gibi donuk, fersiz kaldı.”
İlk aşkı İbrahim’in ve ona destek sunan tek kişi olan İkbal öğretmenin gözleri de bu tanıma benzerlik gösterir. Çünkü o bir türlü tamamlanmayan bir tasarımın peşindedir. Bu yüzden de izlekler tutkuyla benzer kılınmıştır.
“...varlığımın ben doğduğum zaman doğan, ama ben büyürken büyümeyen bir parçası gibi... Olabilecek, gene de hiç yaşanmamış her şeyin belli belirsiz bilinci gibi...”
O artık belirmek zorunda olan bilinçle lunaparktaki bin biçimli aynalar karşısında, gerçek görüntüsünü arayanlar için Firdevs eşsiz bir mihmandardır.