| ISBN13 978-975-342-953-5 | 13x19.5 cm, 304 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Giriş bölümünden, s. 11-13 Hakkımda çıkan söylentiler olmasa ne yapardım bilmiyorum. Saçımdan tırnağıma bütün görünüşüm, ada halkının dizginsiz hayal gücünün eseridir. Alabildiğine kısalan sözümü, dediğimi yalanlayan abartılı beden dilimi, hepsinden öte, muğlak bir zaman diliminden şimdiki zamanın perdesine düşen karaltımı tümüyle onlara borçluyum. Beni burada sözcük sözcük, santim santim yarattılar. Söylentinin doygunluğa ulaşıp herkesi etkisi altına alması bundan dört yıl öncesine rastlar. Durgun, güneşli bir eylül günüydü. Durgunluğu özellikle vurguluyorum. Burası yıl boyunca topu topu yirmi gün rüzgârsızdır. Genellikle sesler uzaklarda tuz olur. Henüz işitilmeden kristalleşirler. Birbirimizi duyabilmek için rüzgârı arkamıza alırız. O eylül, sözcükler yörüngemize düşüyor, kaçamaklı cümleler kurulamıyordu. Öte yandan kulak tırmalayan inanılmaz bir gürültü sarmıştı ortalığı. Yazın sona ermesiyle birlikte, iskeleyi karnaval yerine çeviren turistler, bagajlarında kasa kasa şaraplar, hezaren sepetler, zeytinyağı şişeleriyle akınlar halinde feribota doluşup adayı terk ediyorlardı. Biz ada yerlileri yine bir başımıza kalıyorduk. Bağbozumu yeni bitmiş, tarım işçileri konakladıkları barakalarda yataklarını toplamaya başlamışlar, onlardan geriye sokakları saran üzüm burukluğu kalmıştı. Onca hareketliliğe karşın, benim için her zamanki gibi sıradan bir gündü. Sabah sekiz otuzda kütüphaneyi açmış, küçük tüpte çayımı demlemiş, formika masamda öğlene değin bulmaca çözmüştüm. Kitapları tasnif etmeyi bırakalı çok olmuştu. Kütüphanem bir tür kitap gömütlüğüdür. Okuru olamayan ölgün bir yer. Kışın ders çalışmaya gelen okul çocuklarından başka gelen giden yoktur. Cumhuriyet'in ilk yıllarında inşa edilmiş basit bir dikdörtgenden ibaret, odunsulaşmış sarmaşıklarla sarılı, yüzyıllık bir kabre benzer. Ön cephesindeki iki küçük pencereden çiğ yeşil tayflar sokulur içeri. Binaya dışarıdan bakınca, sert kabuklu bir kasvet, içeri girmeden kolaylıkla duyumsanabilir. Ne ki, adadaki bütün duvarlar ince, geçirgendir de. Saklanmak olanaksızdır. Hele rüzgârsız zamanlarda, sesler seslere, algılar algılara karışır. Söylenti yayılıncaya değin, ön yüzünde "masamın çekmecelerinde gizlilik derecesi hizmet özel'den yüksek evrak bulunmadığını taahhüt ederim" yazılı bir kart yapıştırılmış formika masam, sekiz yıllık memuriyetimin olduğu kadar sessizce tuttuğum yasların da yeryüzünde tek tanığıydı. O zamanlar, iki süreci çok iyi tanıyordum. Biri kemiklerin esnekliğini yitirmesi, öbürü sararan kâğıdın kendiliğinden yırtıklar yaratması... Yoksul ve ışıksız halk kütüphanesinde, kâğıt küfü içinde unutulmuş, yavaş yavaş çürümekteydim. Öğlene doğru artan rutubetle birlikte, çıplak gözle zorbela seçilen saydam toz böcekleri her yanımı sarmaya başlar, kaşıntıdan deliye dönerdim. Kitap sayfalarında üreyen bu büyük kavim, kütüphaneyi tümüyle işgal etmesi yetmezmiş gibi beni de yiyip tüketmek için bölükler halinde saldırıya geçerdi. O gün, artık kaşıntıya dayanamayıp her zamankinin tersine öğle yemeği için dışarı çıktım. İnsanlar gün ortasında beni görmeye alışık değillerdir. Çarşının içinden çay bahçesine doğru yürürken, dükkânların önünde pinekleyen esnaf, balkonlarda gün öldüren yaşlılar, bahçelere toplaşmış kadınlar beni soru yağmuruna tutacakları yerde bel bel suratıma bakarak kendi aralarında bir şeyler konuştular. Nedense kimse babamın sağlığını sormadı. Çay bahçesine girmeden önce fırından haşhaşlı çörek aldım. Fırıncı avcumdaki bozuk paraları yüzüme bakmadan alıp grileşmiş önlüğünün cebine attı. Bakkala girip iki dilim eritme peynir istedim. Tezgâhın arkasında bir örümcek gibi bekleyen Muzaffer Kardeş olabildiğince yavaştan alarak, soğutucudan sarı yaldızlı eritme peynir çıkardı. Bütün bu ayrıntılar, birbirinden bıkmış insanların sıradan davranışları olarak görünse de oldukça sıradışı, neredeyse korkutucu bir sessizliği işaret ediyordu. Sözleşmeli bir suskunluktu karşıma çıkan. Annemden bir haber almış mıyım, babamı doktora götürmüş müyüm, bizim bağın üzümünü hangi fabrikaya satmışım, kimse ilgilenmiyordu. Anlaşılan o ki, benimle ilgili bir söylenti yayılmıştı; henüz kulağıma gelmeden adanın merkezini ele geçiren tatsız bir hikâye. Komşular, alışıldığı gibi karşıma çıkıp olayın aslını sorguladıktan sonra bol azar ve öğütle makul bir süre beni yaşantıdan tecrit etmek yerine, bana karşı tedbirli, uzak davranıyorlardı. Bu susmayı tanıyordum. Bir bakıma sessizlik katliamıdır bu. Düşmanlığı, nefreti, dövüşü tatmadan gün geçtikçe kayalıklaşan bir yalnızlığın ortasına üfürülüverirsiniz. Hakkımda çıkan söylenti her neyse herkesi fazlasıyla tedirgin etmiş olacak ki, yıllardır kimseciklerin fark etmediği gövdem adanın meydanındaki koca memeli tanrıça heykeli denli görünür hale gelmişti. O heykeli yapıldığından beri korkunç bulmuşumdur. Gözbebekleri olmayan, boş bakışlı bronz kadın, bütün varlığımı yutmak üzere kollarını bana doğru uzatmış, koynuna sokulmamı bekler. Sanıyorum herkeste aynı etkiyi uyandırmış olmalı ki heykelin karşısındaki banklarda oturanların sayısı bugüne kadar üçü-beşi geçmedi. Çevremde genişleyen kuşkulu sessizliğin ardından ben de heykel gibi birdenbire bronzlaşmıştım. Bronzdan aşkın bir bronzluktu benimki. Tenimdeki eriyik alaşımın istemsizce sertleştiğini duyumsayabiliyordum. Herkes beni seyrediyor, seyrederken biçimliyor; bense o biçime mahkûm, kımıldayamıyordum. |