Şâmil Yılmaz, "Bir ses duyuyor musunuz?", Radikal Kitap Eki, 29 Mart 2013
Bir ses duyuyor musunuz?
Sahibinin Sesi, ses gibi neredeyse bütün gündeliği kuşattığı halde radikal bir sapma gerçekleşmedikçe dikkatimizi çekmeyen bir fenomenenin harikulade dünyasına sokuyor bizi.
Gündelik hayat bir kayboluşlar coğrafyasıdır. Elinizde çok kıymetli fakat kıymetiyle baş edemediğiniz bir şey varsa, kurtulmak için gündeliğin kendine özgü akışına emanet edin. Şeylerin tuhaflığı, güzelliği, derinliği usulca çözülüp silinir bu çoğrafyada. Aşk örneğin; başlangıç evrelerinde tüm şiddetiyle bizi altüst eden bu “olay”, deneyim denen kavramı bile çökertecek güçteki bu derin sarsıntı, “şey”, gündeliğin zamanına vurulduğunda hızla ufalanıp kaybolur. Zamanın bu ölü biçimi, yaşamı ve ilişkileri yaşatır görünürken tüketen zehirli bir kimyadan yapılmıştır. Görmeden gördüğümüz, duymadan duyduğumuz, dokunmadan dokunduğumuz şeylerin ölü deneyiminden beslenir gündelik. Bu yüzden olacak, gerçekten yaşamakta hep kahramanca –ve muhtemelen yorucu– bir şey vardır. Aynı şey “gerçek” yazı için de geçerlidir kuşkusuz. Sadece edebi olanı için de değil üstelik; tüm biçimleriyle yazı.
Sahibinin Sesi, gündeliğin belki de en mahir biçimde yuttuğu fenomenlerden birine; sese odaklanıyor. Kitabın yazarı Mladen Dolar, Zizek’le birlikte Sloven psikanaliz okulunun kurucularından biri. Türkiyeli okur, Dolar’ı, editörlüğünü Zizek’in yaptığı Lacan Hakkında Bilmeyi Hep İstediğiniz Ama Hitchcock’a Sormaya Korktuğunuz Her Şey’de yayımlanan iki makalesinden tanıdı ilk. Yazarın Sahibinin Sesi dışında Türkçede yayımlanmış başka bir çalışması henüz yok. Fakat eğlenceli anekdotlara düşkünlüğünü, felsefi dile taşıdığı edebi enerjiyi, ve en önemlisi de Lacan’a olan kurucu ilgisini Zizek’ten de bildiğimiz bir isim Dolar.
Sahibinin Sesi’inden ilk olarak materyal olarak sesin dilbilim tarafından görmezden gelindiğini öğreniyoruz: Anlamın idealliğinin korunması için sesin kayıt dışı bırakılması, bir taşıyıcıya ya da “paryaya”; Jameson’ın ifadesiyle “kaybolan bir aracı”ya dönüşmesi gerekir. Temel olan ses değil kendini anlam formunda duyuran dilsel göstergelerdir. Dolar’ın vurgusu saf ve anlamdan arınmış olan ilksel sesi hiçbir zaman duymadığımız gerçeğinde yoğunlaşır. Hatta yazar böylesi bir köken sesin varlığına itibar etmez bile. Daha başlangıçta kültürel ya da “simgesel” ağa yakalanmış olduğumuzdan, sesle doğrudan bir karşılaşma yaşamayız. Hayvani sesler çıkarmak, çığlık atıp homurdanmak, gülmek ya da agulamak sesle çıplak bir karşılaşma anlamına gelmez. Tüm bu işitsel fenomenler, anlamlandırıcı ağın dışarıda bıraktığı; bünyesinde eritemediği birer “fazla” ya da “artık” olarak işlev görürler– “imleyenin dışkısı” der Dolar. Böylelikle, konuşmayı önemseyen kültür, sesi anlamla ilişkisinin gevşeyip çözüldüğü yerde bile yakalar. Anlamın yokluğu tam da kurucu anlam jestinin kendisidir artık. Ve ses, en çok kendine benzediği yerde bile, kendinden sürülmüş olarak çıkar karşımıza. Fakat hikâye burada bitmez...
Kafka’da sesin yerleştiği bağlam
Bedenle olan radikal ilişkisi; ete ve kana bulaşmış, dahili organlara sürtünüp “kirlenmiş” kimyası yüzünden ses hâlâ oradadır ve namevcut bir mevcudiyet, “hariçten” bir “dahillik” olarak direnmeye devam eder. Statüsü “objet petit a” statüsüdür. Bu yüzden de sesin açtığı “gedik” ya da kendini ses formunda gösteren işitsel semptom, eşzamanlı olarak hem “simgesel”i mümkün kılan şeye, hem de “simgesel”den kaçan o direçli “fazla”ya göndermede bulunur. İşte, Mladen Dolar, Sahibinin Sesi’nde bu dirençli “fazla”nın, kültürün hem kurucu unsuru hem de boşluğu olarak işlev gören bu çift kalpli fenomenin hikâyesini anlatıyor bize. Kısacası sese saf bir kuvvet odağı ya da radikal bir siliniş olarak değil, yapıdan taşan bir artı anlam olarak odaklanıyor.
Kitabın dolaştığı alanlar hayranlık uyandırıcı çeşitlilikte. Metafiziğin sesle kurduğu negatif ilişkiden etiğin vicdan formunda duyduğu seslere, bir özneyle bütünleştirip sabitleyemediğimiz netameli seslerden iktidarın tam da sabitlenmemesi, anonim kalması gereken sesine, sesin bedenle ilişkisinden Freud ve Kafka’da sesin yerleştiği bağlamlara kadar geniş bir alanda geziniyoruz. Arada eğlenceli anekdotlar da çıkıyor karşımıza. Örneğin İtalyan askerlerin –klişe ve estetik düzeylerde– hücum! emrine niçin uymadıklarını, Sahibinin Sesi markasının hikâyesini, Walter Benjamin’den de hatırlayacağımız satranç oynayan otomat efsanesinin içyüzünü öğreniyoruz. Hariçten çağrılan her örnek, yorum aralığının neredeyse çılgınlaştığı bir noktada, biz daha ne olduğunu anlamadan karmaşık felsefi meselelerin açıklık kazandığı tatlı mesellere dönüşüveriyor. Çetin bir kitap Sahibinin Sesi. Fakat talep ettiği dikkatin vaat ettiği neşeli doygunluk yabana atılmayacak cinsten.
Tam da şimdi girişteki meseleyi bir kez daha anımsamak gerekiyor galiba: Dolar, ses gibi neredeyse bütün gündeliği kuşattığı halde radikal bir sapma gerçekleşmedikçe dikkatimizi çekmeyen bir fenomenenin harikulade dünyasına sokuyor bizi. Onu gündeliğin sağır algısından kurtarıp yeni bir dikkatle dinlememizi sağlıyor. Bu tarafıyla sonuna kadar kahramanca bir kitap Sahibinin Sesi. Yalın ve el altında olduğu düşünülen gündelik bir fenomeni öylesine güç bağlamlarda kışkırtıp ayaklandırıyor ki, entelektüel cesaretin göze aldığı ölümcül sıçramalardan resmen başınız dönüyor. Ben kitabın 2013 yılının en iyi akademik çeviri yayını olduğuna şimdiden ikna olmuş durumdayım, üstelik kitap için “Bu özgünlük ve güç, son dönemlerde pek az teorik çalışmada görülen bir şey,” diyen Jameson da beni destekler görünüyor.
Son bir şey daha: Metis’e fazla misyon yüklemek mi olur bilmiyorum ama, ben kitabı okurken yayınevi keşke sese farklı noktalardan yaklaşan diğer kitapları da çeviri programına alsa diye düşündüm. Sonuçta yayıncılık bir süreklilik işi ve Türkiye’de bunun böyle olduğunu gerçekten bilen bir iki yayınevinden biri Metis. Özellikle Caverero’nun –şahane ötesi– “Sesten Fazla”sı, Kaja Silverman’ın “Akustik Ayna”sı, ve belki de alanın en kapsamlı çalışması olan Don Ihde’nin “Sesin Fenomenolojileri” kesinlikle Sahibinin Sesi’yle birlikte okunması gereken kitaplar. Hiçbir şey için değilse bile bu güzel kitabın Türkçede yalnız kalmaması için...