Genişletilmiş Yeni Basıma Önsöz, s. 15-20
Bundan on yıl önce Derin Hizbullah adında bir kitap kitapçı raflarında yerini aldığında birçokları bunu Hizbullah ile "derin devlet" arasındaki bağları ifşa eden bir çalışma olduğunu düşünmüştü. Hizbullah'a o zamana dek yüklenen anlamlar akla geldiğinde pek de haksız sayılmazlardı, ancak o kitabın yazarı olarak, Hizbullah'ın derinliğinin devlet içindeki bazı odaklarla var olduğu ileri sürülen ilişkilerden değil, toplumun belli kesimleriyle olan bağlarından kaynaklandığını savunuyordum.
Son Ergenekon soruşturmaları bağlamında Hizbullah'ın aslında bir "derin devlet projesi" olduğu iddialarının tekrarlandığını görüyoruz. Fakat bu iddiaların doğru olduğunu kabul etsek bile Hizbullah'ın, bu ülkenin önde gelen toplumsal ve siyasal hareketlerinden biri olduğu gerçeğini reddetmek mümkün olamıyor.
On yıl önce bu kitapta Hizbullah'ın geleceğini tartışırken Fransız araştırmacı Gilles Kepel'in "selefi cihadcılar" hakkında söylediklerine atıfta bulunmuştum. Kepel'e göre bu radikal İslamcı gruplar şiddet eylemlerini tırmandırdıkça devletin baskı politikası artıyor, buna bağlı olarak dindar orta sınıflar İslamcı hareketten uzaklaşıp rejimlere yakınlaşıyorlardı. Bütün bunların sonucunda bu tür grupların, devletten darbe yedikçe kendi içlerine kapandıklarını, kendi içlerine kapandıkça halk tarafından dışlandıklarını, halk tarafından dışlandıkça halka karşı da şiddet uygulamaya başladıklarını gördük. İşte Hizbullah son on yılda, temel amacı varlığını sürdürmek ve varlığını tehdit edenlerden intikam almak olan o türden grupçuklara dönüşmemek için büyük bir gayret sarf etti ve galiba gelinen noktada "kendi kendini tüketen şiddet" sarmalına kapılmamayı becerdi.
Derin Hizbullah'ın ilk basımında Hüseyin Velioğlu'nun ölümüyle "İkinci Hizbullah" döneminin başlamış olduğunu ileri sürmüştüm. Nitekim Hizbullah'ın son on yılı, Velioğlu döneminden çok büyük ölçüde farklı geçti. Kitabın yeni baskısında bu değişim ve dönüşümü eleştirel bir şekilde aktarmaya çalıştım.
Bu kitapta sadece İkinci Hizbullah'ı masaya yatırmakla yetinmeyip 2011 başındaki tahliyelerle birlikte içine girdiğimiz "Üçüncü Hizbullah" dönemi hakkında da bazı değerlendirmeler yapmaya çalıştım. Tahliyelerle birlikte yeniden kamuoyunun gündemine yerleşen Hizbullah'ın ciddi anlamda bir yol ayrımında olduğunu düşünüyorum. Bunu çok kabaca, tepeden tırnağa yasadışı bir "örgüt"ün, tümüyle yasal ve meşru bir "siyasi hareket"e, hatta bir "cemaat"e dönüşme sancısı olarak tanımlayabiliriz.
Derin Hizbullah'ta, 2000 yılında Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından açılan Hizbullah Ana Davası İddianamesi'nin savcı Yılmaz Aktaş tarafından kaleme alınan giriş bölümünü olduğu gibi yayımlamıştım. Dava sürecinde gerek yargıçlar, gerekse savcıların, öte yandan sanıklar ve onların avukatlarının, tabii ki konuyla ilgili diğer yayınlarla birlikte Derin Hizbullah'tan da şu ya da bu şekilde yararlanmış olduklarını düşünüyorum. Yakın zamanda bu dava sonuçlandı ve mahkeme heyeti, gerekçeli kararın basılı bir kopyasını bana da yolladı. Ben de bu yeni çalışmamda söz konusu gerekçeli karardan geniş bir şekilde yararlandım.
İslami hareketler ve Kürt hareketi üzerine yazıp çizdiklerimin, söylediklerimin güvenlik bürokrasisi tarafından uzun bir süredir yakından takip edildiğini biliyorum. İçlerinden bazılarıyla bu konular üzerine sohbet edip tartışmışlığımız da vardır. Buradan hareketle, kendisi de siyasi bir davada yargılanmış birisi olarak, yaptığım herhangi bir gazetecilik çalışmasının bir soruşturma ve yargılama sürecinde kullanılmasının etik boyutu üzerine epey kafa yordum ve bazı meslektaşlarımla bu konuyu uzun boylu tartıştım. Sonuç olarak bunda herhangi bir sakınca olmadığı noktasına vardım. Fakat bir gazetecinin, doğrudan polis veya savcılarla herhangi bir soruşturma vb. kapsamında birlikte çalışmasının kabul edilemeyeceği de ortadadır.
(Derin Hizbullah'ın ilk baskısının sonuç bölümünde "Bu kitap, Hizbullah'ın daha iyi tanınması için topluma sunulan bir kaynak olma iddiasındadır. Topluma sunulmuştur, çünkü Hizbullah esas olarak devletin değil toplumun bir sorunudur. Hizbullah'a karşı bir mücadele söz konusuysa bunun özellikle toplum tarafından yürütülmesi gerekmektedir. Çünkü Hizbullah, toplumu kendine hedef seçmiştir" diye yazmıştım. Bugün aynı sözlerimi tekrarlıyorum.)
Bir gazeteci sadece koğuşturan ve yargılayanlarla değil, koğuşturulan ve yargılananlarla da ilişki kurar, kurmalıdır. Zaten bir gazetecinin en büyük avantajı birbirlerine zıt, hasım taraflara aynı anda ulaşabilmesidir.
On yıl önce Derin Hizbullah'ı kaleme alırken en büyük dezavantajım, kendisini Hizbullahçı olarak tanımlayan hiç kimseyle konuş(a)mamış ve Hizbullah tarafından kaleme alındığına emin olduğum hiçbir belge ve yayına ulaş(a)mamış olmamdı. Çünkü cumhuriyet tarihinin en illegal yapılanması olan Hizbullah, kurucusu ve lideri Hüseyin Velioğlu'nun sıkı talimatları gereği yasal alanda hiçbir şekilde varlık göstermiyordu. Ancak Velioğlu'nun ölümünden sonra "İkinci Hizbullah" aşamasına geçildi ve hızla yasal ve yarı-yasal faaliyetlerin temel alındığı yeni bir strateji uygulamaya konuldu.
Bu bağlamda Hizbullah ile ilk temasım, "Kendi Dilinden Hizbullah" adlı kitabın elektronik ortamda tarafıma yollanmasıyla gerçekleşti. "İkinci Hizbullah" döneminin miladı ve bir tür manifestosu olarak görebileceğimiz "İ. Bagasi" (muhtemelen Velioğlu'nun yerini aldığı söylenen İsa Altsoy) imzalı bu kitabı kamuoyuna ilk kez ben duyurmuş oldum.
Ardından 2005 Şubat ayında aynı kanal üzerinden Hizbullah imzalı bir "açıklama" geldi. 25 Ocak 2005'te, Washington Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Dr. Soner Çağaptay, Emrullah Uslu (Taraf gazetesi yazarı, eski polis Emre Uslu) ile birlikte bir analiz kaleme almıştı. Radikal gazetesinin çevirisini yayımladığı bu analizde Hizbullah, El Kaide'nin, Avrupa ile Irak arasındaki köprüsü olarak tanımlanıyordu. Bu analize epey kızmış olan Hizbullah yöneticileri bana yolladıkları açıklamada "El Kaide ile hiçbir teşkilati, siyasi ve eylemsel birlikteliğimiz ve işbirliğimiz yoktur. Böyle bir şeyin söz konusu olmadığını Türk devleti de bilmektedir" diyorlardı. Hizbullah'ın söz konusu açıklaması da kamuoyuna benim üzerimden ulaştı. Nereden bakılırsa bakılsın, yıllardır üzerine çalıştığım bir hareketle elektronik ortamda olsa da nihayet iletişim kurmuş olmak epey heyecan vericiydi.
Hizbullah'ın yasallaşma stratejisine hız verdiği 2005 ve 2006 yıllarında Vatan gazetesi muhabiri olarak Washington'da bulunuyordum. Mesafeye rağmen, bazı meslektaşlarımın da yardımıyla Hizbullah'ın özellikle Güneydoğu'da bazı vakıf ve dernekler kurmasını, bunların üzerinden bazı yasal faaliyetler ve gösteriler düzenlemesini izleme şansım oldu. Bir süre sonra Hizbullah kendi internet sitelerini devreye sokunca bu hareket hakkında birinci elden bilgi almak iyice kolaylaştı. 2007 ortasında Türkiye'ye döndüğümdeyse Hizbullah'ın yasal yayıncılık alanında da epey mesafe katetmiş olduğunu gördüm. İşin ilginci hareketin bu büyük dönüşümü medyanın pek fazla ilgisini çekmiyordu.
Hayatımda Hizbullahçı olduğunu bildiğim bir kişiyle ilk sohbetimi 12 Ocak 2008 günü Diyarbakır'da yaptım. Kısaydı ama epey öğreticiydi. Her şeyden önce Hizbullah'ın yasallığı epey sindirmiş ve sevmiş olduğunu, bu yeni durumun örgüt taraftarlarına belirgin bir güven duygusu aşılamış olduğunu gözledim. Yaklaşık iki yıl sonra Hizbullah davasından uzun süre yatıp çıkmış ve biri Doğru Haber adlı haftalık gazetenin yazarı Fikret Gültekin, diğeri bir dernekte yöneticilik yapan iki kişi NTV'deki ofisimde beni ziyaret ettiler ve kendileriyle Hizbullah'ın dünü, bugünü ve yarını üzerine uzun bir sohbet gerçekleştirdik.
Bir müddet sonra lider kadrosunun beklenmedik tahliyesinin ardından Hizbullah Türkiye'nin gündeminde birinci sırada yer aldı. Ben de hemen Fikret Gültekin'i arayıp, Edip Gümüş ve/veya Cemal Tutar ile mülakat yapma talebimi ilettim. Ne var ki tahliyelerin kamuoyunda yarattığı infial sonucunda Hizbullah liderleri ortadan kayboldu. 18 Ocak 2011 sabahı Fikret Gültekin beni arayarak, tahliye edilenlerden, düzenli bir şekilde emniyete imza veren Hacı İnan'ın gözaltına alındığını haber verdi. İnan ülke çapında yeni bir Hizbullah operasyonu kapsamında gözaltına alınmıştı. Bu operasyon, Hizbullah ile ilişkisi olduğu düşünülen çok sayıda vakıf, dernek ve basın-yayın kuruluşuna da sıçradı ve buralarda gözaltına alınıp çoğu tutuklanan çok sayıda kişiyle (ki bunlardan biri de Fikret Gültekin oldu) yeni bir Hizbullah davası bu kitap hazırlandığı sırada açılmak üzereydi.
Derin Hizbullah'ı on yıl önce yayıma hazırlarken en büyük eksiğimizin, Hizbullah'ı kendi ağzından anlatamama olduğunu çok iyi biliyorduk, fakat o tarihte bu sorunu çözmek mümkün değildi. Bugünse bu konuda çok fazla malzememiz var. Öyle ki günümüzün zorluğunun bunları elemek olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla Derin Hizbullah'ın elinizdeki yeni basımında referans kaynaklarımız ağırlıkla Hizbullah'ın kendi kaynakları olacak.
Kitabın yeni baskısını yapmadan önce Hizbullah'ın önde gelen isimleriyle doğrudan görüşme yapmam bu operasyonlar nedeniyle mümkün olmadı. Ben de bu eksiği olabildiğince giderebilmek için yasal alanda faaliyet yürüten bazı kişilerle görüşerek gidermeye çalıştım. Yine aynı nedenle kitapta Hizbullah metinlerinden, normalin üzerinde alıntı yaptım.
Eğer ilerde İsa Altsoy, Edip Gümüş, Cemal Tutar gibi Hizbullah'ın lider kadrosundan biriyle/birileriyle görüşme imkânı bulabilirsem, bunları kitabın sonraki baskılarında yayımlayacağız.
İlk kitabım Ayet ve Slogan 1990 yılında çıktı. O günden bu yana çok sayıda kitabım yayımlandı. Bunların bazılarını Hıdır Göktaş, Levent Cinemre, Sami Oğuz, Fehmi Çalmuk, İrfan Bozan gibi meslektaşlarımla birlikte kaleme aldım. Elinizdeki kitap, gazetecilik ve buna bağlı olarak yazarlık serüvenimde iki nedenle diğerlerinden farklılık arz ediyor. Birincisi, ilk defa bir kitabımı aradan bir süre (burada on yıl) geçtikten sonra geliştirerek yeniden basıyorum. Ellerinde kitabın önceki baskıları olan okurların da göreceği gibi, kitabın ilk halinde hiçbir değişiklik ve çıkartmaya gitmedim, fakat başta bu önsöz olmak üzere Hizbullah'ın son on yılını anlatmayı hedefleyen "Üçüncü Hizbullah" başlıklı bir bölüm ekledim.
Bu kitabın benim için ikinci farkı, ilk defa bir kitabımın daha yayımlanmadan, hatta yazımı tamamlanmadan belli bir ilgi görmesi ve tartışmalara yol açmasıdır. Bu durumdan mutlu olduğumu asla söyleyemem. Çünkü bu kitaba daha çıkmadan gösterilen ilginin hayli "marazi" ve dolayısıyla "rahatsız edici" olduğunu düşünüyorum. Açıklamaya çalışayım: 7 Mart 2011 günü NTV'deki Yazı İşleri programını kapatırken, bir kitap çalışması nedeniyle bir hafta izin yapacağımı söyledim ve hemen ardından çığ gibi büyüyen bir "psikolojik harekât"ın muhatabı oldum. Bu kampanyayı yürütenler, benim "cemaat", daha doğrusu Fethullah Gülen hareketi üzerine bir kitap yazacağımdan hayli emindiler ve bunu oldukça köpürterek beni bir yerlere ihbar etme ve bu yolla tutuklanan gazeteciler furyasına dahil etme yarışına girdiler.
Haklıydılar, bir "cemaat" üzerine kitap hazırlıyordum ama bu Gülen değil Hizbullah cemaatiydi. Sesimi çıkarmadım, kendi yalanlarına daha ne kadar inanmayı sürdüreceklerini ve çabalarının birilerini harekete geçirip geçirmeyeceğini bekledim. Sonuçta tamamen önyargı ve yalan üzerine kurulu kampanyalarını tekzip etmeyi kitabın yayımlanacağı güne erteledim, çünkü ne kadar rahatsızlık yaratıyor olsalar da bu kişi ve odaklar doğrudan muhatap alınmayı hak etmiyorlar.
Bu kitap için öncelikle eşim Müge İplikçi'ye teşekkür etmek istiyorum. Müge televizyon ve gazetenin "geçici", kitaplarınsa "kalıcı" olduğu gerçeğini sürekli olarak bana hatırlattı. Zaten bu kitap fikri de onun düzenlediği Ayet ve Slogan'ın 20. yılı kutlaması sırasında doğdu.
Bu kitaba genç arkadaşım Semih Sakallı'nın katkıları çok fazladır. Hatta onun bu kitap için yaptığı araştırmalar sayesinde günümüzde Hizbullah'ı "dışardan" en iyi tanıyan birkaç kişiden biri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Bu kitabın yeni baskısını, sırf gazetecilik yaptıkları ve kitap yazdıkları için başlarına gelmedik kalmayan iki meslektaşım ve dostuma, Ahmet Şık ve Nedim Şener'e ithaf ediyorum.
İzmir-İstanbul
Mart 2011