Derviş Şentekin, "Taşrada ‘hiçbir şey’ hazırlıkları", Radikal Kitap Eki, 2 Temmuz 2010
Yaz tam olmasa da yüzünü gösterdi ya, büyük şehirlerin hayhuyundan kurtulmak için kıyılara kaçıyoruz artık. Heyhat kıyılar da kaçtığımız yerlerden pek farklı değil... Bu nedenle kıyılardan uzak durmak niyetindeyim bu yaz. Bir haftadır doğduğum şehirdeyim. Taşrada, unutulmuş onlarcası gibi bir kent.
Taşra biraz da ‘unutulmuşluk’ değil midir zaten...
Büyük şehirlerin o karmakarışıklığı yok. Batıdan doğuya doğru gittikçe bunu daha iyi anlıyor insan. O debelenmeyi büyüten ne varsa bitiveriyor buralarda. Bir başka debelenme başlıyor; sanki yokmuş gibi ama var, sanki varmış gibi ama yok: Bir illüzyon... Kavurucu güneşin ışıkları arasına sızıp ince ince yağan toz zerreciklerinin altında kaybolup gitmiş canlı cansız ne varsa.
Taşra, biraz da ‘kaybolmak’değil midir zaten?..
Doğduğum şehirdeyim; ne zaman terk ettiğimi unuttuğum; unutulmuş onlarcası gibi bir kentte, bir kenar mahallede, her şeyiyle eskimiş bir evde. Birazcık ilgiyle meyve vermeye devam eden birkaç yaşlı ağaçın olduğu bir bahçe, bahçe olduğunu unutmayan bir bahçe.
Taşra biraz da ‘unutmamak’değil midir zaten?..
Çocuklar var, birkaç saatte bir geçip giden arabaların tozuna bulanmayı bekleyen. Bu tozun, sıcağın altında geçecek tatilleri. Bir berbere ya da bir terziye ‘çırak durmak’ gibi bir şansları yok benim çocukluğumdaki gibi. Daha nice zanaat gibi bitivermiş berbelik de terzilik de... Çocuklar; orada, öylece duruverecekler tüm yaz boyunca. (Bir Cemil Kavukçu öyküsünde yaşıyor gibi insan.) Yusuf, Eren, Ramazan, Remzi... (Kızlar sokağa taşamazlar, evdeler onlar annelerine yardım ediyorlarmış...) Ve daha nice çocuk, duvar diplerinde, kafalarını sokabildikleri bir avuç gölgede yazın bitmesini bekliyorlar, nice yazın biteceğini, hem de böyle biteceğini bilmeden.
Taşra biraz ‘çocukluk’ ve biraz da ‘bilmemek’ değil midir zaten?..
Taşrada, dut ağacıyla sarmaş dolaş olmuş bir akasyanın gölgesinin düştüğü bir balkondayım. Masada kitaplar... Bazılarını okumuşum. Birkaç tane de yeni kitap.
Bıkıp usanmadan okuduğum Poe. Memet Fuat’ın çevirdiği Morgue Sokağı Cinayeti. Kitapta hepi topu beş öykü var. ‘Kuyu ve Sarkaç’ öyküsü ‘Morgue Sokağı Cinayeti’ kadar ünlü değil ama en az onun kadar önemli bir öyküymüş, daha bir dikkatli okudum. Ne güzel tanımlamış Baudelaire, Poe’yu: “Sarhoş, yoksul, ezik, dışlanmış Edgar Allan Poe, dingin ve erdemli bir Goethe’den ya da Walter Scott’tan çok daha fazla hoşuma gidiyor. O ve onun gibi özel yapıdaki adamlar için şöyle diyeceğim: Bizler adına acı çektiler.” Buna bir ekleme yapmak istiyorum izninizle: Eğer bir Poe öyküsü okumadıysanız, ‘öykü okudum’ dememelisiniz...
Bir başka kitap: Bahçedeki Gidonları Kromajlı Pırpır da Neyin Nesi? ’Garip’ bir kitap ismi değil mi? E, Perec’ten de böyle bir kitap ismi beklenirdi zaten. Ücret Artışı Talebinde Bulunmak İçin Servis Şefine Yanaşma Sanatı ve Biçimi de Perec’in kitabının ismiydi. (Ey ‘kişisel gelişim’ kitaplarından medet umanlar! Biraz da Perec’le geliştirseniz ya ‘kişisel’liğinizi. Tamam, önce hafif bir sarsıntı yaratıyor ama inanın sonunda diğer ‘kişisel gelişim’lerinizden alamadığı bir tad alacaksınız; gelişmiş olacaksınız. Yaşam Kullanma Kılavuzu’nun yazarının kitabından.) Bahçedeki Gidonları Kromajlı Pırpır da Neyin Nesi? Bir askerin hikâyesini anlatır gibi görünse de insanın hali üstüne bin kitap. Her kitabında olduğu gibi şaşırta şaşırta ilerliyor Perec.