Bülent Kale, “Siz de görün açık maviyi”, Agos Kitap/Kirk, 10 Ağustos 2009
John Berger’ın makaleyi, denemeyi, eleştiriyi, sohbeti şiirle, şarkıyla, resimle, öyküyle harmanladığı on dokuz metinden, yine Berger’a ait iki çizimden ve Gareth Evans’ın Berger’a ithaf ettiği kitaba da adını veren etkileyici şiirinden oluşan Kıymetini Bil Herşeyin, Metis Yayınları tarafından, haklı olarak, ‘edebiyat/anlatı’ dizisine dahil edilmiş. Kitabın öne çıkan önemli özelliklerinden biri bu. Çünkü konusu ne olursa olsun (Irak İşgali, Filistin, Katrina Kasırgası, Afganistan, 11 Eylül ya da Nazım Hikmet, Bacon, Passolini vs.), bu politik metinlerin her birinde edebiyat mevcut. Ancak bu metinlerde ‘işlevsel’, ‘rafine’ bir edebiyat pratiği söz konusu. Yazarın anlatmak istediği şeyin altını çizen, okurun dikkatini bakmasını istediği yere çeken ve metnin son haline belirleyici bir katkı sunan bir edebiyat uygulamasıyla karşı karşıyayız. Böyle olunca, edebiyat, ‘edebiyat yapmaya’ benzemiyor; damakta edebi bir lezzet bırakmakla kalmayıp, yazarın meramını anlatmasına, okurun o meramı anlamasına hizmet ediyor ve üçünü buluşturuyor: Yazarı, okuru ve o ‘meram’ı.
Bu, John Berger’ın kalemini tanıyanlar için yeni bir şey değil elbette, ama Berger metinlerinin bana bu denli keyif vermesinin sebeplerini kurcalarken keşfettiğim şeylerden biri olarak hem altını çizmek, hem de paylaşmak istedim. Bu arada, mevzu üzerine düşünürken, Murat Belge’nin Edebiyat Üstüne Yazılar’da (İletişim Yay., 1998) yaptığı bir tespiti hatırladım. Belge, şimdi başlığını hatırlayamadığım bir yazısında, Türkiye’de yıllar evvel ‘bir şey söylemek’ ve ‘güzel söylemek’ arasında bir seçim yapıldığını ve ‘güzel söylemek’in tercih edildiğini söylüyordu. 80’li yıllarda kaleme aldığı o bahsi, artık ‘güzel de söylenemediğinden’ yakınarak bitiriyordu Belge. Yoksunluğunu duyduğum, ‘bir şeyi güzel söyleyen’ yazılar olarak da seviyor ve kutsuyorum Berger’ın metinlerini.
Kıymetini Bil Herşeyin’de özellikle vurgulanması gerektiğini düşündüğüm bir şey daha var: Kahramanca bir şey bu, ziyadesiyle cesaret, çok fazla birikim, ve sağlam bir bakış açısı gerektiren bir şey. Berger’a çok yakışan bir şey. Kitap, adından, hatta kapağından da anlaşılacağı üzere, bize umutttan bahsediyor. Kitapta karşılaştığımız metinler, hepimizin dünya halklarıyla beraber tanık olduğumuz, hepimizi dünya halklarıyla beraber umutsuzluğa sürükleyen olaylara ve yalanlara dair. Berger başımızı başka yöne çevirmemizi salık vermiyor; “İyi bak” diyor, “Dikkatli bak. Yakala karanlığın içindeki ışık parçalarını, sen de gör açık maviyi”; ve, yakaladığı ‘ışık parçaları’nı, gördüğü ‘açık mavi’leri bizimle paylaşıyor. Kitabın iç kapakta yer alan altbaşlığı o zaman anlam kazanıyor: ‘Hayata Tutunma ve Direnişe Dair Notlar’.
Dönüyorum, dolaşıyorum, zihnimde Yılmaz Güney’in ‘Arkadaş’ filminden bir haykırış yankılanıp duruyor: “Sen kendini burada mı kaybettin ki burada arıyorsun Cemil!” Berger, umudumuzu, nerede kaybettikse orada arıyor; bu yüzden de bulabiliyor. Ama Berger’da büyüleyici olan şey umudu bulması değil, umudun aktarılabilir olması. Hayata oradan tutunmak gerektiğini, direnişin oradan, o umudun fark edilmesiyle başlaması gerektiğini, tüm bilgeliğiyle söylüyor Berger. Cesaretiyle, birikimiyle, maharetiyle bunu okura aktarıyor.
Nasıl mı? Şöyle: Bir yazar Paris’in bir banliyösünde ümide dişlerini geçirip yazıyor, yazarak İstanbul’un bir sayfiyesinde kulağınıza fısıldıyor: “Unutma bunu. Gerçekçi ol. Ümit dişlerin arasındayken yorgunluk vız gelir, ihtiyacın olduğunda direnme gücü bulursun.” Okuyarak duyuyorsunuz fısıltıyı, kulağınız gıdıklanıyor, idrak ediyorsunuz. Hoop! Ve işte, ümit dişlerinizin arasında. Yazı, umudun muhafazası olabilir mi? Oluyor. Umudu zihinden zihne sayısız defalar taşıyabilmek için saklayabilir mi? Saklıyor. Edebiyat bize bu büyüyü sunuyor: Yılların, yüzyılların ötesinden, dünyanın farklı köşelerinden gelebilen o henüz söylenmiş, size söylenmiş her dem taze sesi. Uzakdoğu meseli mi, Binbir Gece masalı mı? Hayır, Berger yazısı: “Ve geceyi kazasız belasız atlatıp yeni bir günü hayal ederken dişlerin arasındaki bu ümitlerin taze ya da yıpranmış olması önemli değildir.” Böylelikle, Berger’ın çoğunu süreli yayınlar için kaleme aldığı bu metinler, rafine, işlevsel edebiyat uygulamaları olarak bir kitap olmayı fazlasıyla hak ediyor ve o kitabı sürekli, hep, yine, yeniden okunan bir başucu kitabı yapıyorlar.
Kitap pek çok şeyden bahsediyor: Savaşla, işgaller, silahlı teröristler ve paralı teröristler; sistemin yalanları; yalan makinesi medya; içinde pek çok çirkin yüzü barındıran zalim, yalancı, çirkin sistem; insanı insana yasaklayan duvarlı sistem; insanların elinden güneş ışığını alıp bir kısmını hak olarak geri veren dalavereci sistem; anavatanlarını ellerinden aldığı insanlara kendilerinden başka hiçbir şey bırakmayan silahlı sistem; insanları sırf yaşadığı için borçlu çıkaran ekonomik sistem; insanlara şahit olmaktan utandığı, başını önüne eğdiren zulümler gösteren ama hayatı ucundan, azıcık bile göstermeyen despot sistem...
Ama başka şeylerden de bahsediyor: Hayatı yaşamak için canını bile veren insanlardan bahsediyor – “yeryüzünde hep birlikte yaşayabileceğimiz” özgür bir anavatan kurmaya amade, hiçbiryerli insanlardan; güneş ışığını geri kazanan, yılmayan insanlardan; dünyanın hepimizin birlikte özgür ve mutlu yaşayacağımız kadar büyük ve zengin olduğunu unutmayan, hatırlayan insanlardan; aşktan, yaşamanın o tatlı meyvesinden, yüzlerini aşka dönünce ortalıktan kayboluveren “bereket ve zenginlik âlemine geçiveren” âşık ve maşuk insanlardan; sözden, bizim de bazen hissettiğimiz ama bir türlü kelimelere dökemediğimiz güzel şeyleri söyleyen sözden; şiiri söyleyen şiirlerden ve şarkıyı meşk eden şarkılardan; ekmekten, çocuktan, eşekten, ve yine “insanlardan, odadaki insanlardan, sokaktaki insanlardan.”
Ancak kitap, yine de, tek bir şeyden bahsediyor. Konusu ne olursa olsun bütün metinler umudu söylüyor, umuttan bahsediyor; yani ‘açık mavi’den, ‘ışık parçaları’ndan, bizim dişlerimizi geçirdiğimiz ve başkalarının dişlerini geçirdiği ümitten, “yitirsen bile bir nebze kalan ümitten” dem vuruyor, umuda açılıyorlar.
John Berger’ın Nâzım Hikmet’e, genç yaşta kaybettiği arkadaşı heykeltıraş Juan Muñoz’a öbür tarafta yardımcı olsun diye bir referans mektubu olarak yazdığı, şaka bir yana, okuduğum en güzel Nâzım yazılarından biri olan ‘Söylesem Sevdamı Yumuşacık’ta başk,a pek çok Nâzım şiirinin yanı sıra, Nâzım’ın “Abidin Dino’nun Yürüyüş adlı bir tablosu üzerine söylediği” şiirden alıntı yapar Berger: “Bu adamlar, Dino /ellerinde ışık parçaları, /bu karanlıkta, Dino, /Bu adamlar, nereye gider?”
Ben bu şiiri bu kitapta yeniden keşfettim, fakat kitabı bitirdikten sonra, kitabın sayfalarını çok etkilendiğim bir filmden yeni çıkmışçasına durgun, karıştırıp altını çizdiğim satırları yeniden okurken şu soruyu mırıldanmadan edemedim: “Bu adam, bu John Berger, bakışında, kaleminde, ellerinde ışık parçaları, bu karanlıkta nereye gider?” O zaman aklıma şu tuhaf alegori geldi: Sanki kitap boyunca, okurken, başını ellerinde ışık parçalarıyla John Berger’ın çektiği bir yürüyüşe katılmıştım da, kitabı okurken hiç farkına varmadan dişlerimi geçirdiğim ümitler o karanlıkta benim elimdeki ışık parçalarıydı. Öyle ki, dünyanın ve Türkiye’nin dört bir yanından pek çok okur, farklı dillerde okurken eline geçirdiği ışık parçalarıyla bu “Umuda sahip çık!” yürüyüşüne katılmıştı, katılıyordu ve katılacaktı.
Nâzım’ın o şiiri, bizim alegorimizdeki gibi, üzerine yazdığı sanat eserinin sahibini de yanına katıp, eserin içine karışarak devam eder: “Sen de, ben de, Dino, / onların arasındayız, / biz de, biz de, Dino, / gördük açık maviyi.” Kitabın arka kapak yazısında, John Berger’ın bizi “dünyaya gören gözlerle bakmaya davet ettiği” söyleniyor. Ben anlattığım bu sanrıdan ve şiirden sonra “dünyaya ‘açık mavi’yi gören gözlerle bakmaya” diye düzelteceğim ve “davet etme” kısmına da şöyle bir şerh düşeceğim: Berger, Rus doktor Alexandra’yla Paris’teki sohbetinden bahsettiği yazısında, bir başka Rus doktordan, Çehov’dan şu cümleyi aktarıyor: “Yazarın rolü bir meseleyi hakikate en uygun şekilde tasvir etmektir… Öyle ki okur onu asla görmezden gelemesin.” Ve Berger, şu ‘açık maviyi görme’ meselesini hakikate o kadar uygun tasvir ediyor ki, görmezden gelemiyoruz. Bunca bahisten sonra Kıymetini Bil Herşeyin için “Siz de görün açık maviyi” dersem, ne dediğim anlaşılır herhalde.
Bitirirken, benim için adındaki ‘herşey’e çoktan dahil olan kitapla ilgili bir teşekkürü sunmak ve kitabın kapağında gördüğüm bir ‘açık mavi’den bahsetmek isterim. Teşekkür, kitabın titiz çevirmeni Beril Eyüboğlu için. ‘Açık mavi’yi de şöyle göstereyim: Çevirmenlerin kitabın seçiminden sunumuna kadar bütün süreçlere aktif olarak katılmasını, katkı sunmasını savunan bir kitap çevirmeni olarak, kapak fotoğrafının çevirmen Beril Eyüboğlu’na ait olduğunu görmek de ayrı bir zevk, ayrı bir keyif, mesleki bir ‘açık mavi’ydi.