| ISBN13 978-975-342-656-5 | 13x19,5 cm, 224 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Üçüncü Bölüm’den, s. 38-40. Babam ve ben iki hafta önce Oslo'dan trene binmiştik, sonra Elverum'da trenden inip saatlerce otobüs yolculuğu yaparak buraya gelmiştik. Otobüs benim hiç anlamadığım bir düzene göre mola veriyordu, ama en azından sık sık durduğunu biliyordum, kimi zamanlar sıcak koltukta, güneşin altında pişerek uyuyordum, yeniden uyanıp camdan dışarı baktığımda bir milim bile ilerlememişiz gibi görünüyordu, çünkü manzara ben uyumadan öncekinin aynısıydı: iki yandaki tarlalar arasından kıvrılarak uzanan çakıllı bir yol; beyaz boyalı ahırları, kırmızı boyalı samanlıklarıyla irili ufaklı çiftlik evleri; yola kadar inen dikenli tellerin arkasındaki otların üzerine uzanmış, güneşin altında gözlerini kısarak geviş getiren, neredeyse hepsi kahverengi, birkaç tanesi de beyaz üzerine kahverengi ya da siyah benekli inekler; çiftliklerin arkasında orman ve hiç değişmediğinden emin olduğum bir yamacın üzerindeki maviliğin içinde bulutlar. Bu yolculuk hemen hemen bütün gün sürdü, ama en tuhaf yanı hiç canımın sıkılmamasıydı. Gözkapaklarım ısınıp ağırlaşana kadar camdan dışarıyı seyretmek hoşuma gidiyordu, uykuya dalıyor, yeniden uyanıyor, belki bin birinci kez camdan dışarıyı seyrediyordum ya da arkamı dönüp bütün yolculuk boyunca teknikle, ev yapımıyla, makinalarla ya da motorlarla ilgili bir kitaba burnunu gömüp oturan babama bakıyordum, bu tür şeylere müthiş bir düşkünlüğü vardı. Ben baktığımda kafasını kaldırıp bana bakıyor, başını sallayarak gülümsüyordu, ben de ona gülümsüyordum, sonra yeniden kitabına gömülüyordu. Sonra bir kez daha uykuya dalıp sıcak, yumuşak şeylere dair rüyalar görüyordum; son kez uyandığımda babam omzumu sarsıyordu. "Selam şef," dediğinde gözlerimi açıp çevreme bakındım. Otobüs durmuş, motoru susmuştu, dükkânın önündeki büyük huş ağacının gölgesindeydik. Irmağın üzerindeki köprüye giden yolu, tam orada daralıp köpürerek akan ırmağı ve ağaçların tepesinde parlayan alçalmış güneşi gördüm. Şimdi son kez dışarı çıkacaktık. Burası son duraktı. Daha öteye gitmek olanaksızdı, geri kalanını yürümek zorundaydık, beni Norveç'te gidilebilecek en uzak yere kadar getirmiş olmanın tam babama göre bir davranış olduğunu düşündüm; niçin özellikle buraya geldiğimiz konusunda hiçbir şey sormadım, çünkü sanki beni bir sınava sokmuş gibiydi ve benim de buna hiç itirazım yoktu. Babama güveniyordum. Otobüsün arkasındaki bagajdan torbalarımızı ve aletlerimizi aldık, köprüye doğru yürümeye başladık. Köprünün tam ortasında durup aşağıda hızla akan yeşilimtrak suları seyrettik, olta kamışlarını sımsıkı tutup yeni yapılmış tahta korkuluğa vurduk, ırmağa tükürdük ve babam seslendi: "Sen bekle bakalım Jakob!" Bütün balıklara Jakob derdi; ister evimizde, tuzlu Oslo fiyordunda olsun, ister burada, İsveç sınırını geçip bir yarım daire çizerek bu köyün içinden geçtikten sonra birkaç mil güneyde İsveç'e geri dönen ırmağın başında olsun, korkuluktan yarı beline kadar sarkar, yüzünde alaycı bir gülümsemeyle yumruğunu derinlere doğru sallayarak, "Sen bekle bakalım Jakob, şimdi gelip seni yakalayacağız," derdi. Bir yıl önce köpürerek akan sulara gözlerini dikip baktığımı, suyun gerçekten İsveçli olduğunu, sınırın bu yanında yalnızca geçici olarak bulunduğunu görmenin, anlamanın ya da tatmanın bir yolu olup olmadığını merak ettiğimi hatırlıyordum. Ama ben o zamanlar çok daha küçüktüm, dünyayı çok az tanıyordum, zaten yalnızca öylesine bir düşünceydi bu. Babam ve ben köprüde durmuş birbirimize bakarak gülümsüyorduk ve en azından ben beklenti hissinin göğsüme yayıldığını duyumsuyordum. "Nasıl gidiyor?" diye sormuştu. "İyi," derken elimde olmadan gülmüştüm. (…) |