Gavhuni – Bataklık, açılış bölümü, s. 11-13.
1
Babam ve sayısını hatırlamadığım, içlerinden sadece birini tanıdığım –Golçin, ilkokul dördüncü sınıf öğretmenim– birkaç genç adamla İsfahan'ın Zayenderud* nehrinde yüzüyorduk. Geceydi, dolunay vardı ve gökyüzü bulutsuzdu. Suda sadece biz vardık. Suyun içinde de dışında da başka kimse yoktu. Siyosepol** çok uzakta değildi; ay ışığıyla pırıl pırıldı. Ortalık aydınlık sayılırdı. Su kıyısındaki ağaçlar, kaldırım kenarındaki parmaklıklar, nehir boyundaki cadde, hatta ağaçların ardından Sofe Dağı'nın uzun ve sivri gölgesi bile görülüyordu. Su sıcaktı. Sessizdi. Kocaman bir havuz gibiydi. Ama nehir olduğuna ne şüphe... Hem de Zayenderud. Su boynuma kadardı. Durmuştum. Hepimiz suyun içinde durmuş; etrafı seyrediyor ve konuşuyorduk. Babam dedi ki, "Tadını çıkarın çocuklar! Tüm nehir bizim. Canınızın istediği gibi... Tadını çıkarın."
Adamlardan biri, yani Golçin Siyosepol'ü gösterdi ve babama dönerek, "O köprünün altı da sizin mi?" dedi – zaten kim olduğunu da o zaman anladım. Herkes güldü. Sadece babam ve ben gülmedik. Babam bozulmuştu. Ben de köprünün altının iyi bir yer olmadığını duymuştum; ben de bozuldum.
Sonra babam balıklama suya daldı, dipten yüzdü ve biraz ötede başını sudan çıkardı.
Golçin bağırdı: "Çok uzağa gitme! O tarafta girdap var."
Babam yüzüne bir tebessüm kondurarak dedi ki, "İçin rahat olsun. Ben bu nehrin her yerini avucumun içi gibi bilirim." Sonra yine balıklama suya daldı. Suyun herhangi bir yerinden başının çıkmasını bekledim. Ama hiçbir şey olmadı. Çok uzağa gitmiş olabileceğini düşündüm; çünkü nefesinin bitmeyeceğini biliyordum. Belki de bir oyun oynamak istiyordu ve nehrin başka bir yerinden çıkaracaktı başını. Kendi etrafımda dönüp bakındım. Ama ondan eser yoktu. Baktım o gençlerin de umurunda değil. Birbirleriyle konuşuyor, bazı bazı birbirlerine su sıçratıp gülüyorlardı.
Fark etmemiş gibi yapıp yapmamak arasında bocaladım. Bağırıp çağırmaya başlarsam bana gülebileceklerini düşündüm. Çünkü babam boğulacak adam değildi. Tam o sırada bir baktım biri suyun kıyısında durmuş, ellerini sallayarak bağıra çağıra bir şey söylüyor. O tarafa gittim. Annemdi. Ama garipti; çadoru yoktu. Uyurken giydiği bol pantolonu ve dağınık saçlarıyla... Çadorsuz evden çıktığını hiç görmemiştim. Uykudan yeni fırladığı ve doğrudan, yataktan çıkıp buraya geldiği belliydi. Su kıyısına vardım. "Siz yine mi suya girdiniz?" dedi. "Sabah su, akşam su; zamanlı zamansız su!"
2
Ayaklarım ve tüm vücudum ıslaktı. Önce yatağımı ıslattım sandım. Çünkü çocukken de ne zaman rüyamda su görsem yatağımı ıslatırdım. Şimdiyse çocukluk geçeli çok olmuştu –yirmi dört yaşındaydım– altımı ıslatmayalı da çok olmuştu. Yıllar sonra, artık yatağımı ıslatmasam da, hâlâ rüyamda her su gördüğümde rüyamın içinde korkuyor, uyanmaya çalışıyordum. Rüyanın içinde, nerede olursam olayım ayağımı yere vuruyor, zıplayıp duruyordum; kendimi uyandırıncaya kadar. Uyandığımda da altımı ıslatmaya ramak kaldığını görüyordum; kalkıp tuvalete gitmek zorunda kalıyordum.
Geçti. Sadece terlemiştim. Suda –bu rüyadaki suda– ayaklarımı yere vurduğumu ya da zıpladığımı hatırlamıyorum. Suyun sıcaklığındandı bu. Korkudan ayağımı yere vurduğumda hem ıslak olurdu hem de soğuk. Bu soğukluktu beni korkutan. Ama bu düşün suyunda ne soğuktan bir iz vardı ne de ıslaklıktan. Bu su tam kıvamında soğuktu, ya da sıcaktı – bedenimle aynı sıcaklıkta. Suyu hissetmiyordum. Belki de üstüne vuran ayın şavkından, köprünün yansımasından ya da renginden ve şeklinden anlamıştım su olduğunu. Gerçekten ayın şavkı nehrin üstüne vuruyor muydu? Hatırlamıyorum. Daha başka? Şekli neydi? Ne renkti? Suyun içinde bizim ne yaptığımızı bile unutuyordum. Bu rüyayı yazmalıydım. Aklımdan çıkmasına engel olmalıydım.
(…)