| ISBN13 978-975-342-327-4 | 13x19,5 cm, 288 s. |
|
Yerdeniz, 6 Kitap Takım, 0 | Mülksüzler, 1990 | Yerdeniz Büyücüsü, 1994 | Rocannon'un Dünyası, 1995 | Dünyaya Orman Denir, 1996 | Balıkçıl Gözü, 1997 | En Uzak Sahil, 1999 | Kadınlar Rüyalar Ejderhalar, 1999 | Atuan Mezarları, 1999 | Tehanu, 2000 | Bağışlanmanın Dört Yolu, 2001 | Öteki Rüzgâr, 2004 | Uçuştan Uçuşa, 2004 | Dünyanın Doğum Günü, 2005 | Marifetler, 2006 | İçdeniz Balıkçısı, 2007 | Sesler, 2008 | Güçler, 2009 | Lavinia, 2009 | Rüyanın Öte Yakası, 2011 | Aya Tırmanmak, 2012 | Yerdeniz (6 Kitap Tek Cilt), 2012 | Malafrena, 2013 | Zihinde Bir Dalga, 2017 | Lao Tzu: Tao Te Ching, 2018 | Şimdilik Her Şey Yolunda, 2019 | Yazma Üzerine Sohbetler, 2020 |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Müge İplikçi, “Çünkü güçsüzüz”, Radikal Kitap Eki, 19 Ekim 2001 Yerdeniz Öyküleri adlı kitabın ilk öyküsü Bulucu'da şöyle demişti Susamuru: "Güven"... Onu Zambak'a vermişti, Zambak da ona. Sır buydu aslında. "Güven," demişti Susamuru... Peki bir şey değişecek mi? Köleler hürleşecek mi? Dilenciler yiyecek bir lokma bulacak mı? Adalet yerine gelecek mi? Galiba bizde, insanlıkta bir kötülük var. Güven bunu inkâr ediyor. Bunun üzerinden atlıyor. Ama uçurum orada. Ve yaptığımız her şey sonunda kötülüğe hizmet ediyor, çünkü biz kötüyüz. Açgözlülük ve zulüm.... İnsanlar. Biz hatalıyız. Yanlış yapıyoruz. Ve hiç durmuyoruz... Bunları söylerken ne Kadim Dilin ne de içinde var olan sihrin diliyle konuşuyordu Susamuru, asıl adıyla Medra. Kendini ve yaşadıklarının diliyle dünyayı anlatıyordu besbelli Ayo ve Çayır'a -şu ikiz kardeş, Zambak'ın annesi ve teyzesi yani, dünyanın Onn Dağı'ndan ibaret olduğu, kainatın sınırlarının da Havnor kıyıları anlamına geldiğine inanan ikiz kardeşler, ötesinin rüya ve söylenti olduğunu düşünen El'in kadınları'ndan ikisi. İçlerinde hepsi kadın olmasalar da kendilerine El'in kadınları demek işlerine geliyordu çünkü biliyorlardı ki tüm önemli adamlar(güçlergüçlüler) kadınların önemli işler yapamayacağına inanır. Güçleri olamayacağına inanır güçlü adamlar -tüm güçsüzlerin. Türk okurunu Ursula K. Le Guin'le buluşturan Metis Yayınları yazarın Mülksüzler adlı romanını çıkardığında yalnızca bilimkurgunun kendine has lezzetini Türkçede yakalamış olmadık, aynı zamanda ütopyanın farklı bir yanını da keşfetme şansına eriştik. Oysa bu satırların yazarı bilimkurguya karşı her zaman ürkektir; bilimin hakiki tadını çoktan kapının öbür tarafında bırakmış bir ülkenin vatandaşı olmak bunda esas mıdır bilemez; bilim çıkmayan yerden kurgusu nasıl çıkar diye düşünmüş de olabilir hani. Bir diğer yanda bilimkurgunun belirgin bir metalik mesafesi vardır hayata diye de aklından geçirmiş olabilir, vs... Buna mukabil Le Guin'in fantastik öyküleri hayatımıza delice girmiş ve bizlere kendi dünyamızın kofluğunu ve faniliğini son derece makul bir üslupla aktarmış, dönüp dolaşıp hayatı farklı kılıflar ve söylemlerle betimlemiş, çehresi yeni, fasılaları ise eprimiş kurgu gezegenlerle bizlere kendi yalnızlığımızı ve zavallılığımızı neredeyse sevecen bir dille yansıtmıştı... Bu retoriksiz, alçak gönüllü anlatı, Ursula K. Le Guin'i sevmemizde asıl nedendi belki ama ona bir de minnet borcumuz vardı. Bu borcun temelinde -kimbilir!- belki şöyle bir gerçek yatıyordu: Monoton ve ufacık tefecik içi dolu hırsçık yaşam pratiklerimiz yüzünden çığrından çıkan bizler, insanlığımızın kayıp yüzüyle onun gezegenlerinin ırmakları, denizleri, gök ve yeri aracılığıyla karşılaşıyorduk. Oralardaki büyü ve gerçek, sihir ve asıl olanla ruhlarımız olur olmaz yokuşlara sürüldüğü ve oralardaki kendimizi gördüğümüz için bir tür yüzleşmeyi borçluyduk ona. Durumumuz vahimdi. Hayat ve dünyalılığımız vahimdi. Bizlere ve üstümüze tuttuğu aynanın içinde gülümseyen vurdumduymaz yeryüzülüğümüz nasıl da eğreti duruyordu hakikat karşısında; savaşlar, iktidar savaşları, tutkular ne kadar da sakildi ve ne kadar da gerçekti aslında... Peki bu gerçek karşısında ne yapılabilirdi? "Vermediğiniz şeyi alamazsınız, kendinizi vermeniz gerekir," diyordu Ursula K. Le Guin Mülksüzler'de. "Devrimi satın alamazsınız. Devrimi yapamazsınız. Devrim olabilirsiniz ancak," diyordu. Ve ekliyordu: "Devrim ya ruhunuzdadır ya da hiçbir yerde değildir." Dünyaya Orman Denir adlı kitabında Amerika Birleşik Devletleri'nin Vietnam savaşını yeriyor ve bitip tükenmeyen hırsları resmetmeye devam ediyordu o anarşist, sosyalist ve feminist ruhuyla. Ama bir araya gelip birbirlerini güçlendirenler, açgözlü olanlar, zalim olanlar, dedi Susamuru. Onlara katılmayan herkes kendi köşesinde kendi güçsüzlüğünü yaşıyordu ona göre. Gerçek güç yabana gidiyordu. Her irfan sahibi kendi sanatını diğerlerine karşı kullanıyordu. Düzen buna işliyordu. Boşa harcanıyordu sanat, kölelerin hayatları gibi. Kimse ama kimse tek başına hür olamazdı. Bir büyücü bile. Dünya üstünde hiçbir şey ama hiçbir şey değişmiyordu. Gücü iyiye kullanmanın bir yolu yoktu. Oysa Zambak'a güvenmişti Susamuru... Anieb'e... İlerdeki taş kulede kendisi gibi esir düşmüş o köleye. Onu büyüleriyle esir düşüren Kral'ın -oysa Yerdeniz'de kral mıral yoktu aslında!- büyücüsü Gelluk'a karşı Zambak'a duyduğu güvendi onu kurtaran ve içindeki iksirin hayatla buluşmasını sağlayan. Sözde kralın resmi büyücüsü Gelluk'u kendi diliyle yerin dibine gömendi Susamuru; saf cıva peşinde koşan Gelluk'u, cıvayı daha da arıtmak için insan bedeni arayan, hatta sadece basit tenli insanların değil de daha aşağılık tenli ve ruhlu olanların kurban edilmesini arzulayan kralın yasal temsilcisi Gelluk'u. Hep dinlenilmeye alışmış ama asla dinlemeyi bilmeyen o meşru büyücüyü yenmişti o güvenle, sessiz ve kendinden emin. Savaş naralarının aslında zavallı çığlıklardan ibaret olduğunu görmek... Sırf bunun için bile Ursula K. Le Guin'e daha çok ihtiyacımız var şimdilerde... |