Karin Karakaşlı, "Hayata teğet geçen ömürler", Milliyet Kitap Eki, Kasım 2010
Ahmet Sipahioğlu’nun Tepelitaklak adlı romanında asistan Tayyar ve üniversitedeki hocası Bülent’in dışında Urla ve İzmir de başrolde. Üstelik hocanın ve asistanının tuhaf, saplantılı ilgi alanları dolayısıyla çeşit çeşit kuş da romana konup göçüyor. Hayatın kendisi gibi eklemli bir yapı benimsemiş Sipahioğlu; şehirler ve insanlar birbiri içinden akarken insanın kendini günlük hayatın tekdüzeliğine mahkûm edişi de etkileyici ayrıntılar üzerinden hissettiriliyor.
Çürüyen bedenler
Tıpkı yalnızlığımızın gecelerini yüzümüze çarpan şu cümlelerde olduğu gibi: “Evet avizeler, ünlü İzmir avizeleri... Gecenin bir vaktinde, Mustafa Kemal Sahil Bulvarı’nın deniz kıyısındaki kaldırımında durup bir sigara yakın. İsterseniz deniz kenarındaki taşlara da oturabilirsiniz.
Denizin iyot ve yosun kokulu rüzgârının arka mahallelere geçmesini, kentin içlerine nüfuz etmesini engelleyen, altı-yedi katlı apartmanlardan oluşan bu büyük sura dikkatle bakın: Her dairenin bir balkonu vardır mutlaka. Balkonlarda yanı beyaz plastik masa ve sandalyeler bulunur...
Balkon korkulukları genelde beyazdır. Bayram günleri bunlardan aşağıya kocaman Türk bayrakları sallanır. Balkonlardaki çiçekliklerde hep aynı çiçekler açar: sardunya! Gece dairelerin içi ışıl ışıldır. Her salonda avizeler hep aynı noktadan sarkar aşağıya. Salonlarda te-levizyonlar hep aynı köşededir...”
İnsanın ölümlülüğünü çürüyen bedenler ve sahip çıkılmayan ruhlar üzerinden veren yazar, romanında insan denen yaratığın kendine reva gördüğü tutsaklığı gözler önüne seriyor.
Bütün bu tutsaklık içinde Bülent Hoca’nın gözleme ve okumaya dayalı kuş tutkusu ise, adeta özgürlüğün ve kendi hayatının sorumluluğunu üstlenme cesaretinin kitaplardan öğrenilecek bir şey olmadığını haykırıyor yüzümüze.
Akademi eleştirisi
1997’de çıkan ilk kitabı 1929 Bir Yılın Öyküsü’nde harf devrimi sonrasındaki Türkiye’nin toplumsal hayatına bakan Sipahioğlu, üniversitedeki öğretim görevliliği deneyimini, akademiyi sorguladığı bu yeni romanının her yerine ustalıkla yedirmiş.
Felsefe gibi hayatın anlamını sorgulayan bir alanda çalışan asistan ile hocasının, tali yollara saptıkça uzaklaştıkları esas; iletişimsizlik, yalıtılmışlık içinde harcadıkları yıllar ve ellerinin arasında kayıveren asıl hayat, okura kendi hayatının çıkmazlarını gösterecek denli çarpıcı bir gerçeklikle kurgulanmış.
Vakıf ve devlet üniversitelerindeki farklı ama eşdeğer çarpıklıklar, akademik kadronun ve öğrencilerin farklı tiplemeleriyle karşımıza çıkıyor.
Mikrokozmos olarak Türkiye gerçeği ile yüzleştiğimiz roman, işte tam da bu yüzden ağızda ekşimsi acı bir tat bırakıyor.