| ISBN13 978-975-342-783-8 | 13X19,5 cm, 264 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Ben Hocam bölümünden, s. 11-13. Evet hocam; bugüne kadar seninle çok kafa çektik, çok birlikteliğimiz oldu. Lisansta senin öğrencin oldum, şimdi yüksek lisansta öğrencinim. Asistanın oldum, derslere bazen birlikte giriyoruz, ileride belki de –orası pek kesin değil– doktora öğrencin olacağım, değil mi ya? Fakat düşünüyorum da, aslında sen beni hiç tanımıyorsun, benim hakkımda hemen hiçbir şey bilmiyorsun hocam. Oysa ben senin hakkında hemen her şeyi çok iyi biliyorum, özel yaşamının tüm detaylarını ve hatta en gizli sırlarını bile. Biliyorum, çünkü göz önünde olan, hep hakkında konuşulan sensin ve en önemlisi de seni anlatanın bizzat ben olmam sayın hocam. Ben ve yalnızca ben. Fakat ne yazık ki ve ne hikmetse, sen olmadan asla var olamayan ben! Dikkat edersen, bu kadar zamandır sana kendimden, asıl ve en öz geçmişimden hiç söz etmedim ve zaten sen de Allah için, bir günden bir güne sormak zahmetine bile katlanmadın. Nasıl bir iş bu hocam? Bunca yıldır yanında gezdirdiğin, her türlü işini gördürdüğün bir tip var benim gibi –dikkat et "gibi" dedim hocam– ve sen onun hakkında hiçbir şeyi merak etmiyorsun. İlginç hocam, vallahi çok ilginç! Tabii sana ilginç gelmiyordur, çünkü sana çok ilginç gelen şeyler, genellikle ve daima seninle bir şekilde ilgili olanlardır, değil mi sayın hocam? Bu durum bence şundan kaynaklanıyor hocam: Şimdiye kadar başoyuncu hep sen oldun. Bizler, senin çevrendekiler ise hep yardımcı karakter oyuncuları olarak kaldık. En azından senin gözünde öyleydik, şimdi eminim yine öyleyiz. Bu belki de bir zamanlar senin de vurguladığın gibi –bak yine "gibi" dedim– akademik kariyer sürecinde demokrasiye asla yer olmamasından kaynaklanıyor olabilir. Bu bakımdan üniversitelerin aslında dünyanın en antidemokratik kurumları olduğu iddia edilebilir rahatlıkla. Neyse hocam, lafı fazla dolandırmayalım. Sen hep söylerdin ya, "Sadede gel!" diye, hadi gelelim hocam. Evet, ne diyordum? Şey, şunu unutma ki hocam, bu dünyadaki tek tek her bir insanın, önemli ya da önemsiz her bir bireyin kendine özgü, bulanık ve ağır, çoğu anlatılmaya anlatılmaya kilitli oldukları yerde çürümeye yüz tutmuş bir sürü öyküsü vardır. Geçmişte kalmıştır bu öyküler ve ağırlaşa ağırlaşa geçmiş olmuşlardır. Geçmişlerinden çok az söz edenler, genellikle onu unutmaya çalışanlar ya da şu ya da bu nedenle anlatmak istemeyenlerdir. Ben de öyle biriyimdir aslında. Oysa, senin gibi –yine "gibi" dedim– aklı başında ve geçmişleri tertemiz bir sürü insanın, sözünü etmekten en çok zevk aldıkları konu, yine kendileridir. Fakat benim aklım genelde başımda değil de, hep gereksiz bir sürü saçma sapan ayrıntıda olduğu için, hemen hemen hiç bahsetmem geçmişimden. Zaten edip de ne olacak? Bir seferinde senin de pek yerinde bir şekilde ifade ettiğin gibi –yine "gibi" dedim. Kızma hocam. Lafın gelişi– insanların çok büyük çoğunluğu, geçmişleriyle ilgili olarak, herkesin geçmişinde zaten var olan ve tümü de birbirinin aşağı yukarı aynısı olan, sınırlı sayıda öykü anlatabilir ancak. Kişilerin başından geçen olaylar, onlara göre inanılmaz, hayal bile edilemez ve mutlaka olağanüstüdür. Fakat aslında bu yaşanmış öyküler "gibi"lerle, "aynen"lerle ve "tıpkı"larla ağzına kadar doludur. Bu nedenle de sıradanlıktan kurtulamazlar bir türlü. Ne yazık ki yaşamımız boyunca başımızdan geçen bütün olaylar, bütün deneyimler zorunlu olarak başkalarınınkilere benzemektedir. Belki de bu yüzden isimlerimiz aynı, burçlarımız aynı ve düşlerimiz aynıdır. Ne kadar acı, değil mi sayın hocam? Bu benzeşimlerden kurtuluş yoktur. Biz, hepimiz trajik bir biçimde benzeşimlere, simge ve metaforlara bağımlıyız. Vallahi çok doğru hocam. Aynen katılıyorum. –Bu sefer de "Aynen," dedim.– Fakat ne yapalım sayın hocam, elden ne gelir, insanız biz de sonuçta. Aynı felaket sıradanlık ve tekdüzeliğin içinde yuvarlanıp gidiyoruz. Fakat hocam, bari hiç olmazsa ismimi, ismimin anlamını, nereden geldiğini falan merak etseydin diyorum bazen. Şöyle sorsaydın bana örneğin; "Nereden geliyor bu garip isim oğlum? Öyküsü nedir bunun? Anlatsana bana." Hemen izah edeyim hocam, ismimin elbette bir öyküsü var ve belki bu da, tüm diğer öykülerde olduğu gibi –"gibi" demeden olmuyor, ne yapayım– sonuçta herkesin başından kolaylıkla geçebilecek bir öykü, ama benim öyküm sonuçta ve şöyle bir şey: Adım Tayyar'dır benim. Nasıl? Pek rastlanmayan, garip bir isim değil mi? Öyledir. Çünkü bir nedeni var: Kıbrıs gazisi babam önce pilot olmak istemiş, fakat hava lisesinin sınavlarını geçememiş bir türlü. Heybeli'deki deniz lisesine girmiş. Pilot olma sevdası ise hep içinde kalmış. Ben doğmadan birkaç yıl önce bir erkek çocuğu dünyaya getirmiş annem. Kadıncağızın tüm itirazlarına karşın bebeğin adını Tayyare koymuş. Konu komşu, akrabalar şaşırmış, babama içerlemişler; hiç öyle çocuk ismi olur muymuş! Babam o zamanlar çok sert biriymiş. Kimse itiraz edemezmiş ona. Özellikle de annem. Neyse, bebecik bir-bir buçuk ay yaşadıktan sonra, bir gün annemin kucağında, ellerini sevinçle iki yana açıp kahkahalar atarken aniden ölüp gidivermiş. Babam çok üzülmüş. Kendi elleriyle kefenlediği çocuğun cesedini Urla, İskele Mezarlığı'na gömmüş. Cenaze gecesini tek başına, mezarlıkta sızmış bir durumda, zavallı küçük oğlunun mezarı başında geçirdiğini anlatırlar hâlâ. O geceden sonra değiştiğini söylüyorlar. İçine kapanık, etrafına sessizlikten kalın duvarlar ören biri olup çıkmış. Bu üzücü kayıptan iki yıl kadar sonra, annemle babam bir çocuk daha yapmaya karar vermişler. Ben öyle doğmuşum. Babam, annemin, "Ölü bir çocuğun adı kesinlikle ikincisine konmaz, uğursuzluk getirir," yollu itirazlarına, yalvarmalarına rağmen benim adımı da tutmuş "Tayyare" koymuş. Uçaklara delicesine tutkunmuş çünkü. Ama bu kez kendi anne-babası devreye girmiş, onu kararından caydırmak için bin bir türlü dil döküp durmuşlar. Babam "Bunun adını Tayyare II koyalım o zaman," demiş. Dedem artık daha fazla kendini tutamamış, astımlı kısık sesiyle, "Çüşş! Gemi ismi mi ulan bu?" diye tepki göstermiş. Aslında, bana kendi adı olan Fehamettin'i koymadığı için gizliden gönül koyuyormuş babama, fakat korkusundan sesini çıkaramıyormuş. Neyse, babam bir büyük rakıyı daha devirdikten sonra, ayağa kalkıp, "Buldum!" diye haykırmış. "Uçak olsun!" Odada bulunanlar hep bir ağızdan bağırıp çağırarak, "Hayır. Olamaz! Uçak diye bir isim şimdiye kadar ne görülmüş, ne de duyulmuştur," demişler. Tartışmalara biraz ara verilmiş. Çünkü elektrikler kesilmiş. Lodos fırtınasının ağaçları kökünden salladığı, soğuk yağmurlu kış gecelerinden biriymiş o gece. Sobada çatır çatır yanmakta olan zeytin kütüklerinin parlak kırmızı ışıkları tavanda kıpır kıpır oynayıp duruyormuş. Neden sonra dedem çekine çekine, "Madem öyle Tayyar koy çocuğun adını," demiş ve susmuş. Bu öneri her nasılsa babamın hoşuna gitmiş. Bütün gece "Tayyar, Tayyar," diye tekrar edip durmuş adımı. Bunlar olurken, ben içerideki odada beşiğimde avazım çıktığı kadar ciyaklıyormuşum. O gece elektrikler bir daha geri gelmemiş. Bütün aile içmiş içmiş ve sonunda, sabaha karşı sızmış. Annem hariç! O, ıslak, hüzünlü gözlerle bütün gece boyunca ara ara kalkıp beni emzirmiş, ileri geri sallanıp durmuş. Babam, sabah erkenden bir şalupayla Uzunada'ya geçmiş, oradaki gizli askeri işlerle meşgul olurken, bir ara aklına "Uçkan" ismi takılmış. Sonra bundan da vazgeçmiş. Bir hafta sonra dedemin dediğine gelip ismimi "Tayyar" olarak nüfusa kaydettirmiş. ... |