Açılış bölümü, s. 13-18.
Güzleri gün akşama döndüğünde Balkan göğü kana boyanıyor, bulutların etekleri tutuşuyor ve göğü saran yangın kapı önlerinde süpürge bağlayan kadınların yüzüne kızıl gölgeler halinde düşüyor. Keman, darbuka, gırnata sesleri, kapatıldıkları yerden kaçmış çocuklar gibi ansızın ortaya çıkıveriyor. İncecik duman, yanık tahta kokusu teneke damlı evleri kucaklıyor, Roman gaydası başladığında yaşlılar unutulmuş töreleri yansılarcasına ateşin başına çömeliyor.
Çingene, böyle anlarda bütün dünyayı içinde –tam şuracığında– hissediyor. Tahta arabaların üstündeki rengârenk boyaların anlattığı masallar, hep esrarlı işlerin çevrildiği kabak tarlası, evlerin önünde tetik duran siyahlı beyazlı köpekler, çocukları sebepsizce kovalayan kazlar, tanıdığı, tanımadığı insanların sesleri; sanki bir bohçaya sığıverip içine saklanıyor.
Baharda, yoncalarla ebegümeçlerinin arasına gizlenmiş körpe kuzukulaklarını ararken de oluyor bu. İsmini bilmediği mor çiçekler, kadınların gözlerini parlatan otlar ve kedidilleri hışırdadığında...
Karaağaçların gölgesindeki nehrin kenarına oturuyor, görmüş geçirmiş gümüş suyu avuçlarına alıyor; zaman damla damla akıyor ellerinden... Hiçbir yerde birikmeden, bir tenekecikte bile toplanamadan akıyor...
Bu duygunun ne kadar olağandışı olduğunu bildiği için ürküyor. Oysa kocakarının dediği gibi; insanlar için ne daha fazlası var, ne de daha ötesi; ölenlerin bedenlerinde yeniden dirildiği eski Çingenelerin soyu tükendiğinden beri, bir kuru dünyadan başka bir şey yok...
Yaşlı kadının dudağından eksik olmayan sigaranın kokusunu, o yanındaymış gibi ciğerinde hissediyor. Kocakarının kupkuru, sıska bedeni öksürürken rüzgâra kapılmışçasına titriyor. Bahçedeki kara kazanda mısır kaynatırken ağzından çıkan sözler, kurnazlıkta ve maharette adeta elleriyle yarışıyor: "Ateşi diri tutmak kadına düşer kızanım..."
Bir kız varmış, çok güzelmiş, çok isteyeni varmış kızın. Annesi onu çok seven, çok yakışıklı bir gence vermiş. Kızın bir çeyizi varmış; na şurdan şuraya... Düğünleri çok güzel olmuş. Aradan kısa bir zaman geçmiş. Artık kocası akşamları eve geldiğinde kızın yüzüne bile bakmıyormuş, arkasını dönüp yatıyormuş; kızancık çok üzülüyormuş. Her gün süslenip bekliyormuş kocasını, kulağının arkasına güller takıyormuş, gözlerine sürmeler çekiyormuş, karanfilleri ezip sürünüyormuş, bir esvabı bırakıp birini giyiyormuş. Akşamları en güzel, en alıcı haliyle karşılıyormuş erkeğini, koynuna girsin diye diller döküyormuş...
Yamacına kızlar, karnı burnunda genç gelinler toplandığında kocakarı hep aynı hikâyeyi anlatıyor. Ne kadar sık anlatılsa da eskimeyen, her seferinde aynı merakla dinlenen öykü, hep aynı yerde bitiyor; annesiyle gündöndü çitleyen kadınların esrarlı gülüşmeleri arasında...
Çingene eskimeyen, anlatıldıkça daha çok merak edilen şeyin dile getirilmeyen olduğunu biliyor. Öykü, tam bittiği yerde, söylenmeyenin o büyülü zamanında devam ediyor.
Geçip gitme vakti gelene kadar önünde usanmadan beklediği işte bu kapı eşiği; kendisinin her seferinde ötesinde kaldığı, daha büyük kızların, kadınların bilmiş, kıyasçı, havalı gülüşleriyle kolayca aşıverdiği...
Camları titreten rüzgârın sesine kulak kabartıyor; evin hemen yanındaki ceviz ağacının yaprakları, sıralarını beklermiş gibi tek tek düşüyor. Kapağı tam kapanmayan teneke sobadan kurtuluveren alev, yaşlı kadının seyrek, kıpkırmızı saçlarını, buruşuk yüzünü aydınlatıp döşeklerin yığıldığı kerevetin arkasına saklanıyor.
...arkasını dönüp yatıyormuş, kız çok üzülüyormuş... Her gün süslenip bekliyormuş kocasını, boyalar sürüyormuş, sürmeler çekiyormuş, bir esvabı bırakıp birini giyiyormuş, bütün gün uğraşıp en güzel, en alıcı haliyle karşılıyormuş erkeğini, koynuna girsin diye diller döküyormuş...
Kış için saklanan mısırların arasında biriken kar, mısırı soğuk, kıtırımsı bir hale dönüştürür. Tarlada, derme çatma arabanın üstüne gerilmiş tente, rüzgârda kızgın nehrin suyu gibi kabarır. Mevsimler kötü koca gibi, Çingeneleri hem okşayıp hem hırpalayarak birbiri ardına gelip geçer. Çingene kadınların iyi kocası olmaz...
Kocakarı diyor ki, Çingene Balkan'dır. Balkan Çingenenin anasıdır, atasıdır... Çingene Balkan'ın çocuğudur, bir de bahtın...
Akrabalar Balkan'dan geliyor. Çingenelerin yurdundan...
Çingenelerin yurdu yoktur. Herkesin yurt diye sahiplenip dikenli tellerle, sınırlarla, silahlı askerlerle koruduğu toprak parçalarından hiçbirine ait değil onlar... Öyleyse Yurt neresi!
Sınırın ötesinden atları, arabaları, köpekleri, kocaman bohçaları ve yalınayak çocuklarıyla göçenler, aynı yurttan gelmiş gibi birbirine benziyor; kavrukluklarıyla, zayıflıklarıyla; sakin, beklentisiz esmerlikleri, güleç kurnazlıklarıyla... Kapı'dan delifişek, kalabalık geliyorlar; her ülkeye yabancı olmanın dokunaklı kindarlığını, yalnızca kendi soylarından olanların anladığı gizli bir işaret gibi parlak, siyah gözlerinde taşıyarak...
Üstlerinin başlarının yırtık pırtık, yine allı güllü olmasıyla, tenlerinin yağızlığıyla, aynı yurttan çıkıp gelmiş gibiler. Hep allı güllü, pembeli, yeşilli... Çingenelerin yurdu bir günlük zenginliktir; bir sofralık ziyafet, körüklü çizme, köstekli saat... Çingenelerin yurdu yoksulluktur; allı güllü, pembeli, yeşilli...
Kocakarı tütünden sararmış dişlerini göstererek gülüyor. Çingenelerin yurdu neşedir bir de... Nereden geldiği, neden kaynaklandığı bilinmeyen, hastalık gibi, delilik gibi... Çingenenin kederi bile güler; acı acı değil; deli deli güler...
Kocakarı diyor ki, "Çingene bir yere ait değildir." Naciye de öyle... "Çingene özgürdür." Uzun uzun düşünüyor bunu. Diğer insanlar, yani Çingene olmayanlar özgür değil mi?
Damağını şaklatıyor kocakarı; altın dişini parmağıyla tutup öne arkaya sallıyor, gözlerini kısıp dumanı içine çekerek konuşuyor: "Onlar sahip oldukları toprağın kölesi. Sahip olmak için babalarını, kardeşlerini öldürdükleri toprağın kölesi... Çingene misafirdir her toprağa. Toprak sahibine aman vermez, misafirini ağırlar..." Naciye'nin anası, bir omuz silkişiyle çiğniyor sözü: "Şu evceğizin bir sarı kaaadı olsa fena olur be karıcık!"
Annesinin oturduğu mahallede bir kocakarıcık varmış. Kız, bir bakıra pilav koymuş, üstüne tavuk eti, götürmüş oncağıza, danışmış... Kocakarı demiş ki; şimdi evi bir güzel temizle, duvarları badanala, yerlere de çek temiz bir sıva... Ocağa vur tencereyi, yapıver sıcak bir çorbacık... Gör bak ne olacak.
Balkan'dan akrabalar geldi dendi mi koşup gidiyor. Kapı'dan girenler Sarayiçi'ne yığılıyor. Eski köprünün taş ayaklarında çocuklar çırılçıplak yüzüyor. Gençler kışın yeniden buluşmak için sözleşip İstanbul'a gidiyor, bahtlarının peşinde... "Çıkarmayasın sözlerimi kulacığından," diyor kocakarı. "Sınırların hükmü yok, ailenin hükmü var." Akrabaların giysilerindeki Balkan rüzgârı tel örgülere, duvarlara aldırmıyor; mor çiçekler, fısıltı otları sınırın ötesinde de tıpkı böyle hışırdıyor.
...kız kocakarının dediklerini yapmış, bütün eve bir güzel kireç vurmuş, yerdeki toprağı düzlemiş, camları silmiş, kilimleri yıkamış...
Öyle yorulmuş ki süslenmeye hali kalmamış. Aynaya bakınca bir de ne görsün saçı başı dağılmış. Eyvah! Çok çirkin oldum, demiş kızan, ağlamaya başlamış. Kocasının geleceği saat yaklaşmış, süslenmeye vakti kalmamış kızanın. Derken akşam gelmiş kocası; kız artık benim yüzüme bile bakmaz deyip çekilmiş. Ama adam karısına bir sarılmış doğru yatağa...
Kocakarı bakır bileziklerle dolu buruşuk kollarını sallayarak, mendili taşın üstüne açıyor. Sigarasını ciğerine çekip, "Düşmanın büyük, çok büyük," diyor. "Senin düşmanın Balkan'dan büyük."
Kuru elini gacoya doğru uzatıyor; avucuna aldığı kuruşu kapıp hapsediyor.
Eski inançlara, komşu topraklarda geçilmez sınırların ardında kalmış Çingenelerin bile unuttuğu inanışlara göre aralarına hiç erkek girmeden doğmuş yedi kız kardeşin en küçüğü olduğu için, kocakarı, Çingeneler arasında büyülü hünerlerin sahibi tekinsiz kadınlardan sayılıyor. Selimiye'den mahalleye gelen yol üstündeki koca ağaç kadar yaşlı kocakarı. Kızın upuzun, gür, dalgalı saçlarını örerken, "Çingene yabancıların elinden sırlarını okur, lakin avucunda kendi kaderini görmek istemez," diyor usulca; "gücün varsa boğuşursun kaderle, tatlı tatlı, acı acı boğuşursun. Bahtın karaysa da, aydınlıksa da, yaşarsın dünyada. Baht yolumuzdur, hayattır, Çingenelerin önünde vaktiyle uzanan yollar gibi upuzun hayat..."
Kütüklerin sesini, yağmur damlalarını dikkatle dinliyor kocakarı, onlardan sır alıp verirmişçesine...
Ve zaman damla damla akıyor; hiçbir yerde birikmeden, toplanamadan; bir küçük tenekecikte bile... Damla damla akıyor; evin teneke yamalarından, delikli tahta kapıdan, mavi çerçevelerden süzülerek... Olağandışı sayılan, olağan sayılan her şeyde olduğu gibi sessiz sedasız kendini belli etmeden akıyor... Hiçbir yerde toplanmadan, birikmeden, fark edilmeden, kayıtsızca akıyor...
...arkasını dönüp yatıyormuş, kız çok üzülüyormuş buna...
"Gönlümüz nah böyle yeşil taşlı bir yüzüktür," diyor kocakarı, sigarası yine püfür püfür tütüyor konuşurken. "Kayıp bir ziynettir. Onu bizden çalanın cebinde parlar durur, kimsecikler görmeden... Bir kere kaptırdık mı, geri alana kadar kim çaldıysa onun olur."
"Peki, nasıl geri alırız?"
"Çalanı öldürerek, kim çalmışsa onu gebertmekten başka yolu yoktur geri almanın."
Güneş, mavi boyalı pencerenin önündeki küpeçiçeği tenekelerine zamansız gölgeler düşürerek bulutların arasına giriyor. Yaz şimşeği kısacık bir anda parlayıp sönüyor; dokunduğu yazgıları kendi yazgısına dönüştürerek...