ISBN13 978-975-342-252-9
13x19,5 cm, 144 s.
Yazar Hakkında
İçindekiler
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Yazarın Metis Yayınları'ndaki
diğer kitapları
Troya'da Ölüm Vardı, 1963
Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı, 1970
Göçmüş Kediler Bahçesi, 1979
Kısmet Büfesi, 1982
Gece, 1985
Kılavuz, 1990
Narla İncire Gazel, 1993
Ne Kitapsız Ne Kedisiz, 1994
Altı Ay Bir Güz, 1996
Lağımlaranası ya da Beyoğlu, 1999
Susanlar, 2009
Halûk’a Mektuplar, 2013
Şiir Çevirileri, 2014
Enis Batur’a Mektuplar
ve Ankara Yazıları
, 2024
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

"Acı Çeken Gövde", s. 15-21

Dr. Zafer Öner'e sevgiyle

İnsan neyi betimlemeğe kalkmamış ki ağrıyı da betimlemeğe girişmiş olmasın? Hastalıkların betimine salt hekimlerin işi diye bakmamış yazarlar var. Onlar için hastalığın betimi, kendi başlarından geçen, kendi yaşantılarının bir bölüğü olan bir duyum-duygu-algı-kavram bileşiğini, karmaşasını söz kalıplarına sokmaktır; kendi sözlerinin, kendi deyişlerinin kalıbına sokmaktır. Öldürücü deyişin gizemini taşıyan ustalıklarıyla hastalığı parafin dolu bir kavanozun içinde saklanan bir vakitlerin canlı dokusu gibi, onu bilmeyenlerin, yaşamayanların ancak seyrine bakıp irkileceği, tiksineceği ya da güçleneceği bir görü haline getirerek hastalıktan öclerini alırlar bir bakıma. Kendisini öldüren hastalığı bile betimleyen yazarlar bu hastalıktan bir değil, iki bakımdan öclerini almışlardır: İlkin insan an'ının, anlığının, dolayısıyla insanın üstünlüğünü, ölüme bile meydan okuyuşunu tanıtlarlar; önce kendi kendilerine, sonra da yazdıklarını okuyacak olanlara. İkinci utkuları da doğrudan doğruya sözle, sözcükle ilişkilidir: Yazdıkça, okundukça, o hastalığın boynuna sarılacak ip yavaş yavaş sıkılacak, son cümlelerde kanının son damlası da aktıktan sonra Fafnin'in, Siegfried'in karşısında bir oyuncak, kocaman da olsa, ne yapılacağı, nereye atılacağı bilinmese de bir oyuncak halinde kalması gibi, canavarın yere yamyassı yapıştığı görülecektir.

Ya da yazar, hastalığın –ister kendi hastalığı olsun, ister yakından izlediği bir hastalık olsun– karşısında üçüncü bir utku kazanmağa bakacaktır: Hastalığı, daha doğrusu betimini, bir yazısının, bir yapıtının bir parçası haline sokacak, ondan yararlanacaktır.

Ama birçok hastalığın bir yanı, bir parçası olan, ya da hastalığın ta kendisi olan ağrılar var.

Hekimlikte, bu ağrıların betimi, neredeyse hiç kimsenin işine yaramayacak kertede öldürülmüş, dondurulmuş basmakalıp sözler, deyimlerle yapılır. Kuşak biçiminde, yüzlerce iğne batar gibi, gönül bulantısıyla birlikte gelen, tokmakla vurulur gibi ağrılardan söz edilir. Bundan önceki cümlede virgüllerle ayırdığım parçaların hepsi bir tek ağrıyı anlatmakta kullanılsa gene iyi. Hiç değilse ağrıların karmaşık nitelikleri bir parça kavranmış olacaktır. Oysa o deyimler belki dört, belki sekiz ayrı hastalığın belirtileri olarak düşünülecek, hangisinin hangi başka belirtilerle bir arada ortaya çıktığına bakılarak bir tanıya varmağa, bir tanıya varmanın yolları öğretilmeğe çalışılacaktır. Hekimlikte bunlar belirli bir dilin bulmaca terimleridir. Terimleri bir araya getirebilen, bulmacayı çözer. Çözümlerin her yerde, herkesin elinde bir, tutarlı olması için de terimlerin en yalın, en ana çizgilerine indirgenmesi şarttır. Dolayısıyla en ölü, en gerçek dışı çizgilerine. Hekim, imgeleme gücünün yanına uğramadığı, sağlamca bir kişiyse hastasını bir kediyi, bir taşı, bir ağacı anladığından biraz fazla anlayabilecek midir ki?

Aynı ağrıyla, üstelik nedeni iyi bilinen doğum ağrısı gibi bir ağrıyla olağanüstü bir durumda kalmadan karşısına gelen yüzlerce kadından derleyeceği sözlerle, imgelerle, hekim bilgisini biraz daha artırabilir, kitaplara birer ikişer cümle daha eklenebilir. Ne var ki ağrısını anlatmak için alışılagelmiş imgelerin, sözlerin dışında şeyler anlatan kadına –pek olasıdır gibime geliyor– "şair gibi kadın" diyecekler ama doğum ağrısı üzerine yeni bir şey öğrendiklerini düşünmeyeceklerdir çoğu hekimler. Kendi dilleridir onlarca önemli olan. Bu yüzden de onları kim yerebilir?

Ama bir yazarın bir ağrıyı betimlemesi için ne gibi bir sebep düşünebiliriz?

İlkin, kalemini bilemek istediğini düşünelim. Ağrı gibi –şimdilik öyle söyleyelim– "anlatılması güç" bir şeyi anlatabilmeğe çalışmak istiyor diyelim. Güçlük, el uzluğunu artırmak isteyen her zanaatçı için bir meydan okuma yerine geçer. Güçlüğü yenmeği başaran, yenmese bile yenmeğe çalışmış olan kişi büyüdüğünü duyar. Ama zanaat, bilgi ister, görgü ister. Ağrı iyi bilinen, tanınan, çok duyulmuş, çeşitli yönleriyle öğrenilmiş bir ağrı olmalıdır.

Yazarı tedirgin edecek, eline kalemini aldıracak kadar sık duyulan, bilinen bir ağrı, yazarın duyguları dışında bir kalem bileme alıştırmasına konu olmakla yetinemez. Yazar bir bakıma, ağrının "pençesindedir".

Bu imge kimseyi yanıltmasın ama. Ağrıyı duyarken yazmağa kalkışmaz kimse. En yürekli yazar bile ağrının dinmesini, hiç değilse yatışmasını bekler yazıyı aklına getirmek için.

Ağrının özelliklerinden biri de bu olsa gerek: Bütün dikkati, bütün gücü kendi üzerine çekebilmek.

Nasıl bir ağrı düşünüyorum bunları yazarken? Çektiğim birkaç büyük ağrıyı. Yinelenen ağrıları da, yinelenmeyenleri de. Ama bir kez duyduğum büyük bir ağrıyı betimlemeğe kalkacak kadar atılgan değilim,

Sık sık gelip beni üzen, kızdıran bir ağrıyı anlatmağa, betimlemeğe çalışacağım: Yarımca'yı, yarım başağrısı, hemikrania: yarımkafatası ağrısı, migraine adıyla sözü çok geçen ama bilenlerin bildiğini sananlardan az olduğu ağrıyı.

Daha bunları söylerken, yazar olarak değil, hasta olarak davranıyorum.

Ama yazarın duygularını bu işe karıştırmaması olacak şey değil.

O halde yazar, canını sıkan bir ağrıya herkesin –boş yere– dikkatini çekerek kalemini bilemeğe mi kalkıyor?

Bu kadarla kalmak saçmalamak demek olur.

(....................)

İnsan çok dayanıklı bir yaratık. Genellikle öyle. Kimi zaman da bir hiç onu yere serebilir, biliyorum.

İlk soru buradan çıkıyor.

İnsanın dayanıklılığı, duyduğu acı karşısında, hastalığın en kötüsüne bile karşı koymakta –karşı koymak pek bilinçli bir iş olarak görülebilir ya, bilinçsiz bir karşı koyma da düşünülebilir. Hekimden yardım ummak, onmayı beklemek, yakınlarından, genellikle insanlardan yardım beklemek, bir çeşit karşı koymadır diye düşünüyorum– gösterdiği bekinmede ortaya çıkıyor. İnsanların "hastalık" dediği şey de, genellikle, bu "çarpışma, uğraşma" süreci.

Ama dirimin sürdürülmesi ya da yok oluvermesiyle doğrudan doğruya ilişkili birtakım dirimsel bölge, örgen, nokta ya da süreçlerin bozulması, zedelenmesi, kopması gibi olaylar, zaten "makinenin" başına gelen şeylerdir. Öyle durumlarda ölüm çabuk gelir; dayanıklılık diye bir şey düşünülemez de. Böyle durumlarda "hastalık" sözü pek edilmez zaten, "kaza"dan söz açılır daha çok.

İnsanın "hastalık" dediği durumlardan yola çıkmak istiyorum. Yaptığım felsefece bir araştırma değil, bu yüzden "terim"lerden çok duygusal davranışlar ya da davranışlar karşısındaki duygular üzerinde duracağım.

Biyolojik varlık olarak değilse bile "hasta insan" çok dayanıklı. Bunu en iyi bilenler de hekimler.

Hekimler kimler? İşleri, görevleri, işlevleri nedir? Bu soru kolay. Biz hekim olmayanlar için, hekim, hastalandığımızda, yani gündelik işlerimizi yapamaz, ya da güçlükle yapar duruma düştüğümüzde, kendimizi "iyi bulmadığımızda, duymadığımızda" gidip danıştığımız, bizi yeniden sağlığa kavuşturmasını beklediğimiz kişi.

* * *

"Her şey içimde olup bitiyor çünkü." Hastalığa –bu sözcüğe yüklediğimiz anlam bir bakıma çok geniş, bir bakıma epey sınırlı– ne kadar söz geçirebileceğimi bilemem. Ama ona karşı koymak –bu da anlamı kolay eriyiveren bir deyim– genişçe ölçüde elimde olabilir.

Acı Çeken Gövdenin gücü, dayanma gücü, direnme ya da karşı koyma gücü, gövdenin sahibi için bile şaşırtıcı olabiliyor.

*

Hastalık karşısında insanların tepkisi – "Şizoid" bölünme: "Ben" kim(im)? Acıları (yaşamadan önce) katlanılmaz bulacak olan kim?

*

Gençken kendisine çok güvendiğimiz, bel bağladığımız sırada, hakkını en iyi biçimde verecek giysileri giydirmeğe baktığımız, gerginliğini, esnekliğini gözettiğimiz gövde, yaşlanınca büsbütün koyvermesek de önceleri düzeltmeğe, sonra gizlemeğe ama gene de korumağa çabaladığımız gövde; her yaşta acı çeken gövdeye dönüşebilir. Bu, apayrı bir niteliktir, bildiğimiz gövdenin yerine bilmediğimiz bir şey gelir oturur. "Kendimiz" diyegeldiğimizi, yeniden, başka türlü tanımağa başlarız.

* * *

Herbirimiz, her an acı çeken bir gövdeye dönüşebiliriz, ya da böyle bir gövdenin yardımcısı, bakıcısı, gözlemcisi olabiliriz. Acı çekme durumu, bir yaşam boyu gözönünde tutuldukta, gelip geçici de olabilir, sürekli de olabilir.

Acı çekmek bir gövde için bilinmedik bir şey olmayabilir ama bu durum uzun sürdüğünde bunun üzerinde düşünmeye başlanabilir. Acı çekme, gövde için, daha önceden bildiği bir şey de olsa, onu sağlıklı durumdan ayıran çok sade, çok yalın bir şey vardır. Sağlam gövde kendinin farkında değildir; acı çeken gövdeyse sürekli olarak kendinin farkındadır. Bu da insana, önceleri, çok yadırgatıcı gelir. Sonraları alışılsa bile, acı çekmek gövdenin "başkaldırdığı" bir durumdur.

Acı çekme, bir bakıma, paha biçilmez bir bilgi edinme yoludur. Elbette "böyle bilgi eksik olsun!" diyebiliriz; ama yaşama ilişkin herhangi bir konuda bu tutum biraz tuhaftır gene de.

Dışarıdan bakan için, acı çeken bir gövdenin yakınlığı birçok sorun yaratır. Bunlardan ilki, düpedüz bir kabul etme sorunudur. Daha doğrusu, sevdiği bir insanın, yakınının, çok yakınının, örneğin onulmaz bir hastalığa yakalanmış olduğuna inanmak istememektir; inanmaya razı olmamaktır. Kabul etmek, elbette, hastalığın varlığını reddetmek biçimine girse bile, bu tutum sürdürülemez. Hastalığın varlığını kabul etmekle de iş bitmez. Asıl güç olan bu yeni durumun gereğini düşünebilmek, kendi davranışlarını, kendi yaşayışını ona göre ayarlamaktır. Alışılması en güç işlerden biri... Alışageldiğimiz her türlü ilişki/davranışın kökten değişmesi gerekebilir. Oysa uzun süre hastayla değil, sağlıklı kişiyle ilişkinizi, davranışınızı farkına bile varmadan sürdürmeğe çalıştığınızın farkına varırsınız zamanla. Vardığınızda da gereken değişiklikleri hemen yapmağı başaramazsınız. Hasta artık bağımsız yaşayışından çıkmış, çeşitli biçimlerde sizi de kendine bağımlı kılarak, size bağımlı hale gelmiş olur Böyle bir yükü yüklenmek insana kolay gelmez elbet. Tabii bu yüke sizin nasıl baktığınız çok önemli bir belirleyicidir. Ama yük yük olmaktan çıkmaz. Bağımsızlığını yitirmek hastaya da çok ağır gelir. Ama pek çok hasta yakını bunun farkına bile varmaz.

Hastaysa, hem acı çeken gövdesinin yarattığı yeni durumla kendini (belki de yaşamının başlangıçlarında olduğu gibi) tanımağa –yeniden tanımağa– çalışmaktadır; hem de çevresiyle ilişkilerini yeniden düzenlemek zorundadır.

Kendini tanımak dediğim, değişik düzeylerde, değişik kertelerde de olsa, güç bir iş. Gövde, kendini daha önce hiç duyulmamış biçimlerde duyurmakta, hiç girilmemiş bir ağaçlığın köşesinin bucağının araştırılmasını, tanınmasını gerektirmektedir.

Bir de bu gövdenin hekimlerle ilişkilerde yarattığı çok değişik bir durum vardır ki, bunu biraz daha sonra ele almak isterim.

* Yayıma hazırlayanın notu: Bitirilmeden kalmış bir yazı. "Acı Çeken Gövde" başlığı altında yazmayı düşündüklerine bir çeşit giriş olarak düşünmüştü. "Acı Çeken Gövde", son hastalığının sürecindeki kısa "iyilik" dönemlerinde onun kafasını adamakıllı işgal eder olmuştu. Bazı parçalar yazabildi ancak. Düşündüğü, tasarladığı yazıyı kotarmaya vakti ve hali olmadı.

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X