"Ulak ile Sadrazam", Birinci Remil, s. 75-81
Ölümü bir giz perdesinin ardında kaldı. Değişik rivayetlere konu oldu. Hiçbir tarihçinin bilemeyeceği bir muammaya gömüldü, gitti. Sonrası toprak altında bulunmuş paralar gibidir. Işır ama söylemez.
Babaların oğullarını boğdurduğu, oğulların babalarını zehirlediği bir imparatorlukta ölüm, kimin, ne zaman kapısını açacağı bilinmeyen karanlık bir kutuydu.
Tahtın çevresinde alçala yüksele süzülen kanatların birbirinin cânına avcı olduğu; yazgının ebced hesabına göre yaşandığı imparatorluğun kalın duvarları ardındaki her şey gibi,
durup dururken ölen padişahın ölümüne de rivayet bulmak kaçınılmazdı. Hele ölüm ile ecelin padişah katında buluşmadığına bunca inanılmışken, inandırılmışken,
Hünkâr ordusuyla yola çıktığında
orduda hiç kimse seferin nereye olduğunu bilmiyordu. Ya seferler, kuşatmalar için yapılan uzun toplantılar devrini kapatmıştı Hünkâr; ya da bu defa hiç kimse bilmesin istiyordu. Ordu, hünkârın ve bir gizin ardı sıra yürüyordu.
Denir ki, daha önceleri de seferin nereye olduğunu bilmeyen ordunun, padişahın ardı sıra gittiği çok görülmüştür. Yeni bir şey değildir bu. Seferin güvenliği uğruna gerekli görülen bir tedbirdir.
Üzerine sefer edilen yer haber alıp da, savunmasını güçlendirmesin, saflarını sıklaştırmasın diyedir, denirdi.
Casuslar ve tarihçiler remil atardı.
Seferin bilinmez kıblesinde dört yönün de düşman olduğunu düşünürdü askerler. Yol boyunca karanlık bir su içinde akarlardı. Kendilerini kuşatan dünya düşmandı. Lakin bu (sefer) hangisineydi? Nereden geldiği bilinmeyen devşirmelerden mürekkep ordunun nereye gittiğini de bilmemesi belki kuralın bir oyunuydu. Padişahın kulları, toplamıyla ortaya bir ümmet olarak çıkan bir kalabalık içindeki herkes, belki de en yoğun yalnızlığı hep birlikteyken karşılarına dikilen bu bilinmezlik karşısında duyuyorlardı.
Yol aldıkça tahminler yürütülür, şaşırtmaca vermek için yapılan manevralar, çarklar atlatıldıktan sonra izlenen güzergâh ve değişen yönlere göre ordu, nereye gittiğini yavaş yavaş anlamaya başlardı. Yıldızlara ve yollara açılan fallar dinerdi. Pus dağılır, düşmanın belirsiz silueti ortaya çıkar, kimlik kazanırdı. Seferin adı konurdu bir ezan vakti. Artık dört yön düşman değildi. Kalabalığın yalnızlığı, kalabalığın kalabalığına terk ederdi kendini.
Atılan remil geri toplanır,
Su aydınlanırdı.
Sonraları yerli ve yabancı birçok tarihçinin rivayetine konu oldu, çıktığı yolda başlangıç noktasından çok uzağa gidemeyen hedefi belirsiz bu sefer:
Mısır seferiydi, denildi. Ki en yaygın rivayet oldu bu. (Torununa kaldı Mısır'ın anahtarı.) Rodos seferiydi, denildi. (Ki bu da torun oğlunun hükümdarlığına nasip oldu. Eskiden kalma bir soyağacı hesabını kapadı Rodos fatihi hükümdar. İki kuşak sonra yetişti ölümün eli: Babasının amcaoğlu Şehzadeyi ve oğlunu yakalatıp öldürttü orada. Soyağacının sarkmış dalı budandı.) Venedik üzerine bir sefer olduğu rivayeti içlerinde en zayıfıydı, eridi gitti.
Rivayetler içinde siyah olanı geceleri ve karanlıkta söylendi, sayfaların ve sokakların ardındaki fısıltıya indi. Sonuncu ve gizliydi. Denildi ki, tahtın varisi olan şehzadelerden Ekber Evladın üzerine çıkılan bir seferdir ve saraydaki çaşıtları, casusları sayesinde bu seferin menzilini, hedefini öğrenen oğul, ustası olduğu zehrin ilmiyle babasını, daha seferin başındayken öldürttü, dendi.
Zehrin sahibine çıkartılan rivayetler içinde Venedikliler, Yahudiler de vardı.
Hıristiyan dünyasının doğudaki son kalesinin Osmanlıların eline geçmesinden bu yana diş bileyen ve yıllarını padişahı zehirletmeye adamış Venedikliler, onca başarısız girişimden sonra bu kez başarıya ulaştı, denildi.
Hünkârın iki doktorunun da Yahudi dönmesi olması, bir zaman için bakışları Yahudi cemaatine çevirttiyse de birçok tarihçinin kolayca çürüttüğü rivayetler olmaktan öteye gidemedi bütün bunlar.
Muammasını korudukça zehrin aktığı yer, birbirini tutmayan görüşler ileri sürüldü.
Sonunda rivayetler içinde,
Seferlerden Mısır'a, zehirlerden Ekber Evlada kaldı.
Zehrin iktidarda olduğu bir ölüm haritası vardı demek tahtların ve toprakların üzerinde.
Dolaşımdaydı ağu.
Sem Zehir
Birinden ötekine
akardı ölümün pusuya yattığı sıvı
Bir gün, birinin elleriyle... Hangi gün? Kimin?
Remil, oğuldan yana.
Sarayın karanlık koridorlarında dolaşan fısıltılar, kuytu sütunların arkasında kaybolan gölgeler, basamaklardan süzülüp giden sahipsiz etekler, tüllerin ardında kımıldayan dudaklar, kafeslerin koruduğu muammanın ortasında süren korkunun hükümranlığı bilinenden çok, bilinmeyeni anlamlandırıyor, büyütüyordu
KARANLIĞIN DERİN GÖZÜNDE
her bilgi kırıntısı, büyük bir gerçeğe, saklı bir gize, oradan da geniş bir yelpazede saçaklanan bir rivayet efsununa dönüşüyordu.
Yüzleri seçilmeyen seslerin, sahipsiz fısıltıların alacakaranlıkta güçlenen gizli cesaretleri, zehir uçlu hançerlerden, hışırdayan ipeklilerden, kafes örgülerinin parçalayıp tanınmaz ettiği suretlerin güvenliğinden, ıslık çalan palalardan sıyrılıp; sarayın kalın duvarlarını, yüksek burçlarını aşıp kentin sokaklarında, derin gölgelerde bir harami gibi dolaşıyor, kulaktan kulağa yayılıyordu:
Remil oğuldan yana.
Toprak altı bir rivayetin pasını ovup, gün ışığına kazandıran, yeniden efsununu parlatan şey kendinden sonra gelen bir rivayettir. Nitekim bu rivayeti de daha sonraki bir rivayet sağlamlaştırdı: Hünkârı zehirlediği söylenen Ekber Evladı, yıllar sonra, Hünkârın zehirlendiği mıntıkanın biraz ilerisinde kendi oğlu tarafından zehirlenerek öldürüldüğü rivayeti bekliyordu. Üstelik oğlu, tahtı elinden zorla almış, onu sürgüne göndermiş, dahası yetinmeyip zehirletmiş deniyordu. Böylelikle oğlu tarafından zehirlendiği rivayeti, kendi kaatilliğinin rivayetini güçlendirmişti.
İki uçlu hançer zehrini zamanın akışında birinden diğerine aktarmıştır. Remilin birinci yüzü, zehrin iki ucunda toplanan Baba ile Oğulun döngüsünde bir iktidarın iki ucunu kanatır. Daire kapanmıştır.
Korkunun, rivayetin, efsunun ortasında ne anlam taşıdığını şimdi ve burada bilemediğimiz, olayların toprak altında dağılmış, eksilmiş, bozulmuş parçalarını bir araya getirip, birbirine ekleyerek,
durdukları yerden baktıkları
eskiye harita çıkarırdı
tarihçiler
Bizim üzerin(d)e zar attığımız harita ise tarihin kurulan bir hikâye olduğunu biliyor.
Zarımızda hep iki var.
Geçmişi anlatmak için tarihçilerin önümüze sürdükleri o kusursuz düzende, neden ve sonuçlar öylesine kesin, öylesine birbirine bağlı ve öylesine açık bir ilişkilenme içindedirler ki, bir gerçeği tümüyle yansıtamazlar. Çok çok ölü bir geçmişi biçimlerler yalnızca. İlahi Adalet bile bir "zorunluluk ögesi", bir kurmaca gereğidir. Kırılmış çömlek parçalarının birbirine karıştığı çok görülmüştür. Yaşamın bu denli kusursuz, bu denli insan elinden çıkma bir düzenle işlemediğini, birbirine eklenen parçaların bu denli tanınabilir olmadığını bilenler kuşkularını sürerler. Böylesine kapalı metinler yalnızca, ucu açık kanıtlarla oluşan yörüngenin sonunda gerçeği bulduğunuz katili bilinmeyen cinayetler içindir. Ve her bulgu yalnızca o kapalı metnin coğrafyasında anlam kazanır. Başka bir iklimde soluyamaz.
Kapalı metinlerle kusursuz cinayetler bu yüzden birbirine benzer. Hayatla karşılaştırılamazlar. Tanıkları ve kanıtları kendi içlerinde saklıdır. Sualtı batıkları gibi başka bir atmosferde çürür, dağılır, giderler.
Hiçbir remilin açıklayamadığını bildiğimiz bir hikâyeye başlıyoruz attığımız bu ilk remille.
Tümünü kapsamadığı için gerçeğin hiçbir kitapta bulunmadığını bilerek, bu öyküde de yok, diyoruz.
Zarımızda hep iki var.
Üslubunu, ölümün ve gizin şiddetinden, babalar-oğullar-kardeşler arasında yaşanan aşk ve ölüm çekiminin ortasında parçalana parçalana kurdukları yekpare iktidarlardan alan,
kendine ve güce kilitlenmiş
bu erkekler imparatorluğunun
iki vardı
zarının her yüzünde
ve bu hikâyenin remilinde
Şiirin burçlarından ve kalb eliyle okunan ince sülüsle yazılmış tarih sayfalarından, mürekkebi kurusun diye üzerine döktüğümüz rıh ve kum saatinden, şimdi ve buradan bakıyoruz
o ince nisan sabahına
ve okuyoruz: Hünkâr çayırı tâbir edilen o çayırın ortasında o gün ansızın kurulan dev çadırlara, kuzgun kanatları gibi açılan haymelere, dikilen otağlara biz de şaşkınlıkla bakakalıyoruz.
Zarımızda ise hep iki var.
İki kez oturmuştu tahta.
Ölümünün iki nedeni vardı. Hastalıktan mı öldü, zehirden mi? İki doktoru vardı. Hangisi zehirledi? İki Sadrazamı vardı, biri Karamanlılardan, öteki devşirmeydi. Sonra iki oğlu...
Biri Ekber Evlattı. Diğeri Kaftan Doğumlu.
Hayatı hiçbir kurmacaya izin vermeyecek böylesi bir kilit üzerine kurulmuştu. Babasından kendisine bıraktırılan tahtta uzun bir hükümdarlık sürmüş, çağ açmış, çağ kapamıştı. Şimdi herhangi bir ihtiyar gibi doktorların elindeki ilaçlardan gelecek devaya bağlamıştı umudunu. Yaşamın pamuk ipliği o günden bu yana pek değişmedi. Ölümün ucundaki yalnızlık aynı yalnızlık, sefere çıkan bir hükümdar otağıyla, günümüzdeki herhangi bir oda arasında aynı ölüm gidip geliyor.
Birinci remilin bilinmezleri arasında Hünkârın seferi, ve niyeti, zehirin sahibi, doktorun müdahalesi,
ve imparatorluğun geleceği bulunuyor.