ISBN13 978-975-342-026-6
13x19,5 cm, 272 s.
Yazar Hakkında
İçindekiler
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Yazarın Metis Yayınları'ndaki
diğer kitapları
Üç Bayrak Altında, 2007
Sınırları Aşarak Yaşamak, 2017
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Giriş, s. 19-26

Belki henüz çok farkında olmasak da, Marksizm'in ve Marksist hareketlerin tarihinde meydana gelen temelli bir dönüşüm, üstümüze çökmüş durumda. Bunun en belirgin işareti Vietnam, Kamboçya ve Çin arasında geçenlerde çıkan savaşlar. Bağımsızlıkları ve devrimci sicilleri tartışma götürmez rejimler arasında çıktıklarından ve sözkonusu rejimlerden hiçbiri dökülen kanı açıkça Marksist olan bir teorik perspektiften hareketle meşrulaştırmak için gönülsüz birkaç jestin ötesinde hiçbir şeye kalkışmadıklarından bu savaşların dünyatarihsel bir önemleri var. 1969'da Çin-Sovyet çatışmalarını ve Sovyetlerin 1953 Almanya, 1956 Macaristan, 1968 Çekoslovakya ve 1980 Afganistan'daki askerî müdahalelerini hâlâ –tercihe göre– "sosyal emperyalizm"den, "sosyalizmi savunmak"tan hareketle yorumlamak mümkündü ama bu terimlerin Çin Hindi'nde olan bitenlerle bir ilişkisi olduğuna cidden inanan herhangi birinin varolduğunu sanmıyorum.

Eğer Vietnam'ın Aralık 1978 ve Ocak 1979'daki Kamboçya işgali bir devrimci Marksist rejimin bir diğerine karşı giriştiği ilk geniş ölçekli konvansiyonel savaştıysa,(1) Çin'in Şubat'ta Vietnam'a karşı giriştiği saldırı, bunun tekil bir örnek olarak kalmamasını sağladı. Bugün artık ancak güveni sarsılmaz olanlar, bu yüzyılın son yıllarında çıkacak olası savaşlarda, küçük sosyalist devletler bir yana SSCB ile ÇHC'nin aynı tarafta savaşacağı ya da aynı tarafı destekleyebileceğine dair iddialarda bulunmaya kalkışabilirler. Günün birinde Yugoslavya ile Arnavutluk'un vuruşma aşamasına geçmeyeceğini kim iddia edebilir? Kızılordu'nun Doğu Avrupa'daki mevzilerinden çekilmesini talep eden çeşitli gruplar, Kızılordu'nun 1945'ten beri buradaki yoğun mevcudiyetinin bölegenin çeşitli Marksist rejimleri arasında silahlı çatışmaları gündem dışı bırakmadaki rolünü hatırlasalar iyi ederler.

Bu tür mülahazalar, II. Dünya Savaşından bu yana gerçekleşmiş bütün devrimler, kendilerini milli terimlerle –Çin Halk Cumhuriyeti, Sosyalist Vietnam Cumhuriyeti ve diğerleri– tarif ederek devrim öncesi geçmişten devralınan bölgesel ve toplumsal mekana sıkı sıkıya kök salmış olduklarını ön plana çıkarttılar. Sovyetler Birliği'nin ise tam tersine, Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı ile birlikte adında milli bir terime yer vermeyen nadir devletlerden biri olması, onun 21. yüzyılın enternasyonalist düzeninin bir öncüsü olduğu kadar 19. yüzyılın millet öncesi hanedanlık devletlerinin de bir mirasçısı olduğunu düşündürüyor.(2)

Eric Hobsbawm "Marksist hareket ve devletler yalnızca biçimleri bakımından milli olmakla kalmadılar özlerinde de öyle yani, milliyetçi oldular. Bu eğilimin sürmeyeceğini düşündüren hiçbir işaret yok."(3) demekte son derecede haklı. Üstelik bu eğilim yalnızca sosyalist dünyaya da özgü değil. Neredeyse her yıl Birleşmiş Milletler yeni üyeler kazanıyor. Bir zamanlar birliklerini tamamen pekiştirmiş odluğu düşünen nice "eski millet", kendilerini sınırları içinden doğan alt-milliyetçilikler tarafından meydan okunan bir konumda buluyorlar. Bu milliyetçilikler elbette bir gün "alt"lıktan kurtulacaklarını hayal ediyorlar. Geçeklik oldukça çıplak: Bunca zamandır kehaneti yapılan "milliyetçilik çağının sonu" görünürde olmaktan çok uzak. Hatta, milletlik zamanımızın politik hayatının en evrensel biçimde meşru kabul edilen değeri.

Olgular açık olmakla birlikte bunların açıklanması, uzun bir geçmişe sahip bir tartışmanın konusu olmuş. Millet, milliyet, milliyetçilik– çözümlenmek bir yana her birinin tanımlanabilirlik açısından son derecede kötü bir şöhreti var. Milliyetçiliğin modern dünya üzerindeki etkisiyle kıyaslandığında, bu konudaki kabul edilebilir teorilerin sayısı çok sınırlı. Devasa bir liberal tarihçilik ve sosyal bilim geleneğini devralan ve milliyetçilik üzerine İngilizce'deki en iyi ve kapsayıcı metni yazan Hugh Seton Watson, üzüntüyle şunu kaydediyor: "Dolayısıyla, millet için herhangi bir 'bilimsel tanım' yapılamayacağını teslim etmek zorunda kalıyorum; oysa fenomen varoldu ve varolmaya devam da ediyor".(4) Liberal gelenekten hiç de daha az devasa olmayan Marksist tarihçilik ve sosyal bilimler geleneğini devralan ve çığır açıcı The Break-Up of Britain'ın yazarı Tom Nairn, büyük bir açıksözlülükle "Milliyetçilik teorisi Marksizm'in büyük tarihsel başarısızlığıdır" diyor.(5) Ama, teorik saydamlık peşinde sarfedilen uzun ve bilinçli bir çabanın üzücü sonucunu ima ettiği ölçüde aslında bu itiraf bile yanıltıcı. Milliyetçiliğin Marksist teori için rahatsızlık veren bir anomali olduğunu ve tam da bu yüzden hesaba katılmaktan çok hasır altı edildiğini söylemek daha doğru olur. Marx'ın 1848'deki klasik formülasyonunda yeralan kritik zamiri açımlamadaki başarısızlığı başka nasıl açıklanabilir ki: "Elbette her ülkenin proletaryası kendi burjuvazisi ile sorunlarını çözmek zorundadır"?(6) Ya da yüzyıldan uzun bir süredir "milli burjuvazi" kavramındaki sıfatın statüsünü teorik olarak temellendirme yolunda ciddi hiçbir girişim yapılmaksızın kullanılması nasıl anlaşılmalı? Neden, üretim ilişkilerinden hareketle tanımlandığında bir dünya sınıfı olan burjuvazinin içindeki bu bölümlenme teorik bakımdan önemlidir.

Bu kitabın hedefi milliyetçilik denen 'anomali'nin daha doyurucu bir açıklamasına ulaşabilmek için nihai olmayan bazı öneriler sunmaktır. Benim izlenimim hem Marksist hem de liberal teorilerin bu alanda "görünüşü kurtarmak"(*) için girişilmiş gecikmiş bir Batlamyusçu çabayla dumura uğramış (etiolated) oldukları; ve gerekenin tabir caizse Kopernikçi bir ruhla perspektiflerin yeniden yönlendirilmesi olduğu. Kalkış noktam, milliyetçilik kadar milliyetin de (ya da belki de bu kelimenin anlamlarının çokluğundan ötürü "millet olmaklık" nitelemesi tercih edilmeli) özel bir kültürel yapıntı (artefact) türü olduğu. Bunları doğru dürüst anlayabilmek için tarihsel varlıklarını nasıl kazandıklarını, zaman içersinde anlamlarının nasıl değiştiğini ve niçin bugün bu kadar sahip oldukları derin bir duygusal meşruiyeti koruduklarını titiz bir şekilde incelemek zorundayız. Bu kültürel yapıntıların 18. yüzyıl sonundaki(7) yaradılışlarının, farklı tarihsel güçlerin kesiştiği noktada meydana gelen bir kendiliğinden damıtım sürecinin ürünü olarak gerçekleştiğini iddia etmeye çalışacağım; ancak bir kez yaratıldıktan sonra göreli bir özerklik kazandı (dikkat yorum-çeviri); 'modüler' hale geldi ve dolayısıyla çok farklı toplumsal coğrafyalara, farklı bilinçlilik dereceleriyle aşılanabilir, farklı siyasal ve ideolojik kümelenmeleri içerebilir ya da onlar tarafından içerilebilir oldular. Aynı zamanda özellikle bu kültürel yapıntıların neden bu kadar derin bağlılıklar uyandırdıklarını da açıklamaya çalışacağım.

Kavramlar ve Tanımlar

Yukarıdaki soruları yanıtlamaya kalkışmadan önce "millet" kavramını gözden geçirmek ve iş görür bir tanıma ulaşmak yerinde olurmuş gibi gözüküyor. Şu üç paradoks milliyetçilik üzerinde çalışan teorisyenleri şaşırtmış hatta kızdıragelmiştir: 1. Milletlerin nesnel modernliği karşısında milliyetçilerin gözünde sahip oldukları öznel kadim statü. 2. Sosyokültürel bir kavram olarak milliyetin biçimsel evrenselliği –modern dünyada tıpkı herkesin bir cinsiyete 'sahip olması' gibi, herkes bir milliyete 'sahip olabilir ve olmalıdır'– karşısında kavramın somut tezahürlerinin iflah olmaz bir biçimde tikel olması; öyle ki örneğin "Yunanlı olmak" tanımı gereği sui generis'tir (emsalsiz, kendine özgü). 3. Milletçiliklerin siyasal gücü ile karşılaştırıldığında felsefi sefaletleri ve hatta tutarsızlıkları. Başka bir deyişle milliyetçilik, Hobbes, Tocqueville, Marx ya da Weber ölçeğinde kendi büyük düşünürlerini yaratamadı. Bu 'boşluk', kozmopolit ve çok dilli aydınların milliyetçiliğe yukarıdan bakması sonucunu doğurdu. Oakland'la karşılaşan Gertrude Stein gibi, "orada bir orası yok" (there is no there there) sonucuna varmak belki de fazla kolay. Bu bakımdan Tom Nairn kadar anlayışlı bir milliyetçilik araştırmacısı bile şöyle yazabiliyor: "'Milliyetçilik' modern gelişme tarihinin, bireysel düzlemdeki 'nevroz'u andıran patolojisidir. Her ikisi de aynı asli muğlaklıkla, köklerinin dünyanın büyük bir bölümüne dayatılmış (bireylerdeki çocuklukta saplanma eğiliminin toplumsal mütekabili olan) çaresizliğin ikilemlerinden kaynaklan aynı dementiaya evrilme eğilimiyle maluldür ve her ikisi de büyük ölçüde tedavi edilemez"(8)

Buradaki güçlük kısmen bilinçsizce de olsa, sözgelimi büyük-Y-ile-Yaş'a benzer büyük-M-ile-Milliyetçilik diye bir nesne yaratılıp sonra bunu bir ideoloji diye sınıflandırmaktan kaynaklanıyor. (Herkesin bir yaşı varsa, o zaman Yaş yalnızca analitik bir terim halini alır.) Milliyetçilik, "liberalizm", "faşizm" gibi olgularla değil de "akrabalık", "din" gibi olgularla birarada düşünülürse, her şey daha kolay olabilir.

O halde, antropolojik bir ruhla, millet hakkında şu tanımı öneriyorum: Millet hayal edilmiş bir siyasal topluluktur –kendisine aynı zamanda hem egemenlik hem de sınırlılılık içkin olarak hayal edilmiştir.

Hayal edilmiştir çünkü en küçük milletin üyeleri bile diğer üyeleri tanımayacak, onlarla tanışmayacak, çoğu hakkında hiçbir şey işitmeyecektir ama yine de herbirinin zihninde toplamlarının hayali yaşamaya devam eder.(9) Renan da "Or l'essence d'une nation est que tous les individus aient beaucoup de cheses en commun, et aussi que tous aient oublie bien des choses" diye yazdığında o kendine özgü "suavely back handed way" bu hayali niteliğe işaret ediyordu.(10) Gellner de, biraz vahşice de olsa benzer bir şey iddia ediyor: "Milliyetçilik milletlerin kendi öz-bilinçlerine uyanma süreci değildir; milletlerin varolmadığı yerde onları icad eder."(11) Ancak bu formülasyonun sakıncası, milliyetçiliğin sahte maskeler takındığını kanıtlama endişesi içinde olan Gellner'ın 'icad'ı 'hayal' ve 'yaratım'la birlikte değil 'uydurma' ve 'sahtekarlık'la birlikte düşünmesi. Böylelikle milletlerle karşılaştırılabilecek ve bu karşılaştırmadan avantajlı çıkacak 'hakiki' toplulukarın varolduğunu ima etmiş oluyor. Aslında yüz yüze temasın geçerli olduğu ilkel köyler dışındaki bütün topluluklar (ve hatta belki onlar da) hayal edilmiştir. Topluluklar birbirlerinden hakikilik/sahtelik boyutu üzerinde değil hayal edilme tarzlarına bağlı olarak ayrıştırılmalı. Cavalı köylüler, hep hayatta hiç görmedikleri insanlarla kendileri arasında bağlar bulunduğunu biliyorlardı ama bu bağlar eskiden sınırsızca uzatılabilecek tikel akrabalık ve himaye ağları olarak hayal ediliyordu. Yakın zamana kadar Cava dili 'toplum' dediğimiz soyutlamayı karşılacak bir kelimeden yoksundu. Bugün biz ancien régime Fransız aristokrasisini bir sınıf olarak tasarlayabiliriz; ama kuşkusuz kendisi kendisini böyle düşünmeye ancak çok geç bir tarihsel evrede başladı.(12) "Comte de X kimdir?" sorusunda verilecek normal cevap "aristokrasinin bir üyesi" değil, "X'in efendisi", "Baronne de Y'nin amcası" ya da "Duc de Z'nin adamlarından biri" türünden bir cevaptı.

Millet sınırlı olarak hayal edilir, çünkü belki de bir milyar insanı kapsayan en büyüğünün bile ötesinde başka milletlere mensup insanların yaşadığı, esnek de olsa sonlu sınırları vardır. Hiçbir millet kendisini insanlığın tümü ile örtüşüyor olarak hayal etmez. En mesihçi milliyetçiler bile, sözgelimi bazı çağlarda Hristiyanların baştan aşağı Hrıstiyan bir gezegen düşleyebildikleri gibi, insan ırkının bütün üyelerinin millette buluşacağı bir günün hayalini kuramazlar.

Egemen olarak hayal edilir çünkü Aydınlanma ve Devrim'in, ilahi olarak buyrulmuş, hiyerarşik hanedanlık mülklerinin meşruiyetini aşındırmakta olduğu bir çağda doğmuştur. Evrensel dinlerin en sofu taraftarlarının bile böylesi dinlerin canlı çoğulluğu ve her imanın ontolojik iddiaları ile bölgesel (teritoryal) kapsamı arasındaki allopmorphism'le yüz yüze kalmaktan kaçınamadığı bir çağda rüşdüne eren milletler, Tanrı'ya tâbî olacaklarsa bile bu tâbîyyetin doğrudan O'na olduğu bir özgürlüğün rüyasını görürler. Bu özgürlüğün amblemi ve mihenk taşı egemen devlettir.

Son olarak bir topluluk, bir cemaat olarak hayal edilir çünkü her millette fiilen geçerli olan eşitsizlik ve sömürü ilişkileri ne olursa olsun, millet daima derin ve yatay bir yoldaşlık olarak tasarlanır. Son iki yüzyıl boyunca bunca milyon insanın, birbirlerini öldürmekten çok, böylesi sınırlı hayaller uğruna ölmeye razı olmalarını mümkün kılan şey, son kertede bu kardeşlikti.

Bu ölümler bizi aniden milliyetçiliğin bize sorduğu en merkezi soruyla yüzyüze bırakıyor: Yakın tarihin (iki yüzyıldan azıcık uzun) daralmış hayallerinin bu kadar devasa fedakârlıklara kaynaklık edebilmelerini sağlayan şey ne? Bir yanıtın ilk ipuçlarının milliyetçiliğin kültürel köklerinde bulunabileceğine inanıyorum.

Notlar

(1) Bu formülasyon suçlama amacıyla değil, savaşın ölçek ve şiddetini vurgulamak amacıyla seçilmiştir. Yanlış anlamaları önlemek için Aralık 1978 işgalinin, iki devrimci hareketin partizanları arasında belki daha 1971'de başlamış olan silahlı çatışmaların bir uzantısı olarak gerçekleştiğini söylemek gerekiyor. Nisan 1977'den sonra Kamboçyalıların başlattığı ama Vietnamlıların da hızla tekrarladığı silahlı sınır ihlallerinin büyüklük ve kapsamları, Vietnam'ın Aralık 1977'deki geniş çaplı operasyonuna varana kadar hızla arttı. Ancak düşman rejimi alaşağı etme ya da geniş toprak parçaları ele geçirme amacı gütmeyen bu operasyonlar, harekete geçirilen birlikler açısından da Aralık 1978'le karşılaştırılabilecek ölçekte değildi. Savaşın nedenleri hakkındaki tartışma üzerine yapılmış en düşünceli çalışmalar şunlardır: David W. P. Elliot'un derlediği The Third Indochina Conflict'in içinde Stephen P. Herder'ın "The Kampuchean-Vietnamese Conflict"; Anthony Barnett "Inter-Communist Conflicts and Vietnam", Bulletin of Concerned Asian Scholars, 11:4 (Ekim-Aralık 1979), s. 2-9; ve Laura Summers, "In matters of War and Socialism Anthony Barnett would Shame and Honor Kampuchea Too Much", a.g.e., s. 10-18. Yukarı

(2) Birleşik Krallığın SSCB ile bu onuru paylaşmaya hakkı olmadığını düşünen biri varsa, Krallığın adının hangi millete gönderme yaptığını kendisine sormalı: Büyük Brit-İrlandalılar mı? Yukarı

(3) Eric Hobsbawm "Some Reflections on 'The Break-Up of Britain'", New Left Review, 105 (Eylül-Ekim 1977), s. 13. Yukarı

(4) Bkz. Nations and States, s. 5. Vurgular eklendi. Yukarı

(5) Bkz. "Modern Janus", New Left Review, 94 (Kasım-Aralık 1975) s. 3. Bu makale değiştirilmeden The Break-Up of Britain'ın 9. bölümü olmuştur. Yukarı

(6) Karl Marx ve Friedrich Engels, The Communist Manifesto. Selected Works'un 1. cildinin içinde. Vurgu eklenmiştir. Herhangi bir teorik açımlamada kullanılan "elbette" kelimesi, kendini kaptırmış okur için uyarıcı bir alarm işareti işlevi görmelidir. Yukarı

(*)Çevirenin Notu: "Görünüşü kurtarmak" Kopernik öncesi bilginlerin, Batlamyus sisteminin öngördükleri ile yıldız ve gezegenlerin görünür hareketleri arasındaki tutarsızlıkları açıklamak, görüneni anlamlandırmak için girişilen çoğunlukla matematiksel işlemlerin tümüne verilen addı. Yukarı

(7)Aira Kemiläinen de dikkat çekeceği gibi, millyetçilik üzerindeki akademik araştırmaların ikiz "ataları" Hans Cohn ve Carleton Hayes'in her ikisi de ikna edici bir biçimde doğum tarihinin bu tarih olduğunu iddia etmişlerdi. Vardıkları bu sonuca, belli ülkelerin milliyetçi ideologları dışında kimse karşı çıkmadı. Kemiläinen aynı zamanda milliyetçilik teriminin 19. yüzyıl sonuna kadar genel kullanıma girmediğini de kaydediyor. Örneğin standart 19. yüzyıl sözlüklerinin çoğunda yer almıyordu. Adam Smith'in "milletlerin" serveti meselesi ile boğuşurken, "toplum" ya da "devlet"in ötesinde birşey kasdetmiyordu. Aira Kemiläinen, Nationalism, s. 10, 33 ve 48-49. Yukarı

(8) The Break-Up of Britain, s. 359. Yukarı

(9) Bkz. Seton Watson, Nations and States, s. 5: "Bütün söyleyebileceğim, milletin belli bir topluluktaki önemli sayıda insanın kendilerinin bir millet oluşturduğunu düşünmeye ya da bir milletmişcesine davranmaya başladıkları zaman varolmaya başladığıdır." Burada "kendilerini düşünmek"i yerine "kendilerini hayal etmek" diye çevirebiliriz. Yukarı

(10) Ernest Renan, "Qu'est-ce qu'une nation?", Oeuvres Complètes, 1. s. 892. Şunu ekliyor: "tout citoyen français doit avoir oublié la Saint-Barthelemy, les massacres du Midi au XIIIe siècle. Il n'y a pas en France dix familise qui puissent fournir la preuve d'une origine franque..." Yukarı

(11) Ernest Gellner, Thought and Change, s. 169. Yukarı

(12) Hobsbawm, 1789'da 23 milyonluk bir nüfusta 400 bin kişiden oluştuğunu söyleyerek sınıfı 'tesbit' ediyor. (Bkz. The Age of Revolution, s. 78). Ama noblesse hakkındaki bu istatistiki resim ancien régime'de tasavvur edilebilir miydi? Yukarı

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X