Emek Erez, "'Sol: Evin Reddi': Reddeden ve imkânı çağıran yazı", Gazete Duvar, 28 Ocak 2021
“...İnsanların ‘hayat’ dedikleri şey doğası icabı sıkıcı ve kasvetli angaryalardan, mecburiyetlerden ve çoğunlukla esasen hayal kırıklığı getiren ilişkilerden ibaretmiş de, insana insan olmanın müthiş bir şey de olabileceğini hissettiren bütün deneyimlere, fikirlere, heyecanlara, duyarlıklara, asıl kitaplardan ulaşılabilirmiş gibi gelirdi bana.”
Sol: Evin Reddi kitabının girişinde, okumayla kurduğu ilişkiyi bu cümlelerle tarif ediyor Tuncay Birkan. Okumanın, dünyanın insana vaat ettiği hayal kırıklarına karşı bir var olma çabası, o çoğumuzun tahayyül ettiği “başka olanı” aramanın ve dayatılanı reddetmenin bir yolu olduğunu hatırlatan, okurluğu iyi anlamlandıran cümleler bunlar. Birkan, bir okur olarak benim için çeşitli dergilerde yazılarını okuma fırsatı bulmuş olmama rağmen "Dünya ile Devlet Arasında Türk Muharriri: 1930-1960" kitabına kadar, metinlerin ardından duyulan bir ses gibiydi. Gerek çevirdiği gerekse çeşitli yayınevlerinde elinin değdiği kitaplarla, Çev-Bir gibi bir meslek örgütünün ilk başkanı olmasını da eklersek, Türkiye’de yayıncılık alanında büyük katkısı olan bir isim. Bu nedenle bu ülkede kitaplarla haşır neşir olan herkesin bir şekilde o bahsettiğim sesi duyduğunu düşünüyorum. Ayrıca, Birkan kitaplarla kurduğu başta bahsettiğimiz “başka olanı arama” ve “reddetme” ilişkisini, yazılarında da sürdürüyor.
Sol: Evin Reddi'nde Tuncay Birkan’ın yirmi iki yıllık süreçte çeşitli mecralarda yazdığı yazılara yer verilmiş. Kitapta, sol entelektüelin konumundan, Ateizm tartışmaları ve Tanrı’nın Ölümü’nün anlamlarına, taşranın “klişe imajlarla” temsilinin nasıl aşılabileceğine, yayıncılık ve çeviri sorunlarına, kültürel çalışmaların olumlu-olumsuz yanlarına, geleceksizliği nasıl aşabiliriz sorusundan, korona virüsü gibi güncel konulara dair fikir yürütüyor yazar. Eleştirel göz hiç eksik edilmeden ele alınmış bu konular, alternatifler üzerine de düşünmemizi sağlıyor.
Siyasetten, gündelik yaşama her şeyin neredeyse tıkanma noktasına geldiği bir ortamda yaşarken, seyirci konumumuzu sorgulatıp, eyleme geçmek hakkında düşündüğümüz metinler bunlar. Yaşama dair olan ne varsa her şeyin çıkışsızlığı hatırlattığı zamanımızda, yazarın vurgusuyla sol veya daha geniş ifade edersek muhalifler ne yapmalı sorusu neredeyse kitaptaki tüm yazılarda yer alıyor. Çünkü konu ister yayıncılık ister çeviri meseleleri isterse de Pandemi olsun, her alanda ihtiyacımız olan şey muhalefet ve dayatılanı reddetmek... Bu açıdan kitaptaki yazılar için reddeden ve alternatife çağıran yazılar diyebiliriz.
Ev'in Dışına İtileni, Eve Çağırmanın Anlamı
Ev kelimesi son yıllarda farklı vesilelerle tartıştığımız bir konu. Tuncay Birkan da 12 Eylül sonrası solun durumundan bahsederek başladığı, Sol: Evin Reddi adlı yazısında, şöyle bir soruyla buluşturuyor bizi: Evden zorla ayrılmak zorunda kalana, kendisini evin sahibi olarak görenin, geri dön çağrısının anlamı ne olabilir? Birkan, konuyu, İsmet Özel gibi sağcı-yerlici isimlerin bir dönem yapıtlarında epey yer eden eve yani ülkeye dönme üzerine, özellikle sosyalistlere yaptıkları çağrılar ekseninde tartışıyor ve bunun anlamları üzerine düşündürüyor. Bu, kendilerine evin sahibi misyonu biçmiş yazarların amacı gel birlikte yaşayacak bir ev inşa edelim anlamı mı taşıyor yoksa bizim gibi düşün, itaat et, sosyalizm, demokrasi, özgürlük gibi 'yabancı' kavramlarla konuşma, inandığın ne varsa bırak anlamına mı geliyor?
Elbette, cevap tahmin edileceği üzere gel bizden ol gibi bir anlam içeriyor. Bir anlamda kendinden, düşüncenden vazgeç, egemen söylem ne diyorsa ona eklemlen gibi bir şey bu. Birkan, Turgut Uyar’ın “üşürdük biz, çok üşürdük, üşümekti bütün yaşadığımız/ Üşürdü ellerimiz, aşkımız, sonsuz uzun sakallarımız” dizelerine atıfla, “bu kaçak çocuklar neden bu kadar niye bu kadar üşümüşler bir kere?” sorusunu sormadan, kendisini evin yerlisi olarak kuran ve çağrının muhatabını kendi varlığından etmek amacı taşıyan bu bakışı sorunsallaştırıyor. Ona göre, özünde evine dön çağrılarının anlamı şu: “‘Sen zaten bizdensin, bırak bu yabancılaşmayı’ yaltaklanmalarının ‘sen sol olmaktan vazgeç’.” Birkan, yazıda sol veya daha geniş anlamda muhalifler için evin anlamını sorgularken, kapalı, başkasını dışlayan bir evin/ülkenin ki şimdilerde de evin dışına itilmeye çalışan, çeşitli nedenlerle “çok üşüdüğü için” sürgün olmak durumunda kalmış -çokça tanıdığımız, dostumuz arkadaşımız var- evin belki de zaten muhalifler için kaçılacak yer olmasını düşünmemizi sağlıyor. Sağcı yazarlar nedenlerini sorgulamadan, Batı’ya kaçmakla suçlayarak, sonra eve dön çağrıları yaparken “yanlış metafor kullanıyorlar” yazara göre çünkü “Hiçbir çocuk, ait olmadığı başka bir eve sığınmak için kaçmaz: Hem herkese ait olduğu için hem de hiç kimseye ait olmadığı için özgür bir kolektivite vaat eden sokağa kaçar.” Muhalifin evi bana kalırsa da sokaktır, hem ev bireyin bir kurum olarak aileye karşı ilk çatışmalarının da başladığı ilk başkaldırı mekândır, oradan çıkışla özgürlük başlar genelleyemesek de. O nedenle evin dışında kalmak, ister ilk anlamıyla ister yukarıda bahsettiğimiz anlamıyla yurt/memleket olsun özgürleştiricidir, bireyin yaşadığı toplumla aynılaşmadığının, itaat etmediğinin, çoğunluğa uyumsuz olduğunun göstergesidir.
Korona ve Sonrayı Tahayyül Etmek
“Planda olmayan bu virüs olağan seyirde devam etmenin kaçınılmaz olmadığını gösterdi. Bir ur gibi şişen, kontrolsüz, ölçüsüz ve sonu olmayan büyümeye engel oldu. Her kriz daima kurtuluş olasılığını içerir. Fakat bu sefer sinyallere kulak verilecek mi?” Donatella Di Cesare’ın korona virüsüne dair cümleleri bu krizin bir kurtuluş olasılığı içerebileceğini hatırlatıyordu ama bir de sorusu vardı; sinyallere kulak verilecek mi? Birkan’ın, kitaptaki güncel yazılarından biri olan, “Corona’dan Sonra” da aslında benzer bir soruyu sorduruyor okura. Birkan, içinde yaşarken sonrasını konuşmanın zorluğunu anımsatsa da şu var ki hiçbir şey aynı olmayacak ve sol da aynı devam etmemeli. Birkan’a göre, “İktidarların çok sık seferber ettikleri din ‘tesellisi’nin devreye bile giremeyeceği düşünüldüğünde şiddeti daha da artan olağanüstü bir korku söz konusu burada; ezelden beri tevekküle, kaderine razı olmaya zorlanmış dindar insanların bile kabullenmekte çok zorlandıkları bu ‘olağan üstü hal’i iktidarlar istedikleri kadar küçümsesinler, biz solcular çok ciddiye almak zorundayız.”
Solcular neden ciddiye almak zorunda çünkü korona virüsünün gösterdiği en önemli şeylerden biri kapitalist devletlerin onun gözetimindeki patronların ve iktidarların ezilenden yana olamayacağı hatta bu koşullarda bile nasıl servetimize servet katarız hesaplarını açık etmeleri. Böyle bir ortamda kendisine en çok iş düşenler muhalifler değil de kimlerdir? Birkan’ın yazısında da ifade ettiği bizi bir şeylerin değişeceğine dair beklentiye sokan şeyler bu kadar açıkken, öfke önü alınamaz durumdayken, koruyan-kollayan devlet fikri bu kadar aşınmışken metinde işaret edildiği gibi, “dayanışmanın yaratabileceği ‘mucizeleri’i önce kendi pratiğimizde deneyimlemeliyiz. Toplumu, dünyayı değiştirmek için önce kendimizi değiştirmemiz gerektiğini bilmeli, dilimizi ve ruhumuzu her türlü jargondan, kibirden, üstencilikten ve güç isteminden ayırmalıyız…”
Korona virüsü sonrası diye bir şeyi tahayyül etmek için önce kendimizden başlayarak dayanışmanın esas olduğu yöntemleri bu dönemde deneyimleyebilseydik güzel olurdu, bugünlerde yoksulluk intiharlarını konuştuğumuz ve hâlâ içinde yaşadığımız Pandemi koşulları, bu anlamda çok imkân verdi ve bu bir “imdat freni” olarak da görülebilirdi ama bu yazının önerileri ne kadar hayata geçirilebildi tartışılır, tam tersine her anlamda siyasetsizleşmenin pençesinden kurtulamadığımızı da gözlemliyoruz. Birkan bu yazısında, korona virüsü sonrasına dair fikirlerinden bahsederken şunu vurguluyor: “Hem küçülmeyi hem de bütün dünya halklarının insanca yaşamak için elzem olduğu konusunda hemfikir olduğu temel gelir, ücretsiz eğitim ve sağlık hizmetleri gibi talepleri hayata geçirecek, devletçi değil kamucu olan, ‘müştereklerin” üzerine titreyen yeni bir komünist/iştirakçi kolektivite modelinin en kısa zamanda tartışılmaya başlanıp ortaya konması gerek.”
Korona virüsü tüm olumsuzluğuna rağmen bunları düşünmek için bir fırsat sundu en azından “müşterekler” hakkında titizlenmenin ne kadar gerekli olduğunu daha en başta gösterdi ve bu açıdan yazarın önerisi bana kalırsa güncel.
Tuncay Birkan’ın Sol: Evin Reddi kitabındaki yazılar, hem hâlâ içinde yaşadığımız güncel meseleleri tartışıyor hem de genel olarak hayatın her alanına değebilecek imkânlar hayal etmeyi sağlıyor. Hepsini kendi içinde ayrı meselesi olan yazılar olarak değerlendirebilsek bile bu yazıların ortaklaştığı yer bana kalırsa eylemliliği ve ortaklaşmayı yaşamın her noktasında çıkışın yanı başında düşünmek zorunda olduğumuz. Çünkü yaşamımızın her alanı sömürü ve tahakkümle çevrilmişse elimizde kalan şey direnme gücümüz.
Kitabın, “Söz değil, Eylem!” yazısının sonunda söylenen, Pavese’nin şu cümlesi sanırım kitabın derdinin de ifadesi: “Tiksiniyorum bütün bunlardan. Sözler değil eylem!”