Mesut Oktay, "Sokak Çocuklarının Edebiyatla Görünür Kılınması", oggito.com, 17 Aralık 2019
Türkiye’de cumhuriyetin ilk yıllarında başlayan ve özellikle 80’li yıllardan itibaren gecekondulaşmaya yol açacak denli yoğunlaşan köyden kente göç ve kent yoksulluğu, 60’lı yıllara kadar farklı bağlamlarda işlense de günümüz edebiyatının kör açısında kalmış meselelerin başında geliyor. Kent yoksulluğu ve çalışmayan işsizlik içerisinde önemli bir kanayan yara olan "sokak çocukları" günümüz metropollerinde sıradan hayatın her alanına sirayet eden önemli toplumsal ve politik bir sorun. Ayşegül Devecioğlu’nun Güzel Ölümün Öyküsü adlı romanı işte bu kanayan yaraya temas eden bir roman. Ayşegül Devecioğlu siyasi iktidarların ve toplumun görmezden geldiği, hayatın en dışına itilmiş bu çocukların yaşama tutunma serüvenini Emenike adlı bir karakter üzerinden anlatıyor.
Merhametten korkuya
Büyükşehirlerde sayıları giderek artan sokak çocukları artık toplum nezdinde şehrin olanca tehlikelerine karşı hayatta kalma mücadelesi veren çocuklar olarak değil, şehri tehdit eden birer vebalı fare olarak görülüyor. ’’Yüzüne ağlamaklı bir ifade yerleştirmeyi hemen öğrendi. Ama parayı kapmasını sağlayan bu değil. Derinin hemen altında bekleyen başka bir şey var. Hiçliğin ve yoksulluğun yarattığı, kılını kıpırdatmasa, gücü yetmese bile karşısındaki kişide korkuya dönüşen bir şey. Basılı yay gibi fırlamaya hazır korkuyu hissedebiliyor.’’ Kol kanat gerilerek hayata tutunmasına yardımcı olunacak kader kurbanları imgesinden her türlü toplumsal sorunun kaynağı olan suç makineleri imgesine evrilmiştir sokak çocukları. Ayşegül Devecioğlu yetimhanelerde, bakımevlerinde her türlü kötü muameleye maruz kalarak sokağa itilen ve hepimizde artık bir korku nesnesi haline gelen sokak çocuklarının hikâyesini içerden bir bakışla anlatıyor. Romanın başkarakteri Emenike, yetimhaneden kaçarak sokağın karanlık ve tehlikeli dünyasına sürüklenmiş bir çocuk. Bize içsel monologlar ve geri dönüşlerle hikâyede eşlik ediyor. Yetimhane günlerinden kalma tek arkadaşı Kral ile birlikte sokaklarda yaşam mücadelesi verir. Kötücül bir duyarsızlığın kuşatmasında kalmış diğer çocuklar gibi öfke ve nefret doludur.
Sokak çocuklarına içerden ve bütüncül bir bakış
Devecioğlu anlattığı evreni gayet iyi tanıyor. Bu evrenin mukimlerini ve iç dünyalarını da. Çok iyi tanıdığı – ve aslında bizim de çok iyi bildiğimiz – gerçekliği dramatize etmeden anlatmada da gayet usta. Bu bağlamda sakağa sürüklenen çocukların başına gelen bütün kötülüklere değinme çabası içerisinde olduğunu görüyoruz. Bu çaba, her şeyden biraz var hiçbir şeyden tam yok noktasına sürüklenmiyor. Romanda sokak çocuklarının sokağa itilmesinde belki de en büyük paya sahip sitemin duyarsızlığı ve gaddarlığı yetimhane garabeti üzerinden anlatılıyor. Kimsesiz çocukların kimsesizliklerinde yitip gitmesine onlara sahip çıkılması maksadıyla yollandıkları yetimhane neden oluyor. Hayatta sürekli kafalarına inecek sopalardan ilkini yetimhane müdüründen, bakıcılardan, bekçilerden yiyorlar. Çocuklara yönelik cinsel istismar da Devecioğlu’nun ele aldığı konulardan biri. Yetiştirme yurtlarında özellikle son yıllarda çok ciddi boyutlara ulaşan cinsel istismar olgusunu yetimhanenin bakıcıları ve bekçilerinin çocuklara tecavüz etmesi şeklinde anlatılmakta. Sistemin her durumda olduğu gibi mağduru değil istismar edeni koruyup kollayan tavrını da es geçmiyor yazar. Yetimhane müdürü olayı örtbas etmek adına çocuklara etmediğini bırakmıyor.
Yoksulluğa sınıfsal bir bakış
Yazar yoksulluğu bir görünmezlik olgusu bağlamına sokarak olayı sınıfsal bir çerçeveye oturtuyor. Sokak çocuklarının trajik yaşamları kadar ölümleri de kimsece görülmüyor. ‘’Kimse şaşırmıyordu sokakta öyle kaskatı yatıyor oluşlarına, yüzlerinde hayatta kalan iz, yaşamın son anına kadar değil, yaşamın tümünün izine.’’ Çocuklarla beraber yaşadıkları gecekondu mahallelerinin yıkılması yeni kentsoyluların yoksulluk olgusuna bakışını yansıtıyor: Yoksulluğu yok etmek yerine yoksulları ve onlara dair bütün her şeyi yok etmek. Yazar yoksulluğu sınıfsal bir bölünmüşlük bağlamında sunarken ezilenler arasında örülen bölünmüşlüğü de gözler önüne seriyor. Yoksul kesimlerin etnik gerekçelerle birbirine düşürülerek sefalete mahkûm edilmelerine “bölücü Kürt” imgesiyle dikkat çekiyor: ‘’Kral, Kürtlerin hepsi vatan haini diyor.’’ Yoksulluğun sınıfsal bir mesele olarak kurgulanışına yurt yangını üzerinden de tanıklık ediyoruz. Kahramanlarımız yurdu ateşe vererek kendilerine dayatılan yazgıyı yok etmek arzusunda. Aynı zamanda maruz kaldıkları düzeni de komple yıkmak istiyorlar yangınla: ‘’Ama kıyamet kopmalıydı, taş üstünde taş kalmamalıydı. Dünyanın sonu gelmeliydi.’’ Yangında sadece çocuklara dair bilgilerin bulunduğu arşiv bölümünün yanması da yine bize zincirlerinden kurtulma imgesini anımsatıyor.
Bütün gerçeklikleriyle sokak çocukları
Yazar sokak çocuklarını yaygın toplumsal kodlara sapmadan kurgulamada da oldukça özenli davranıyor. Metinde sokak çocukları ne tek başına kader kurbanları ne de azılı suçlular olarak görüyoruz. Böylelikle karışımızda üzülmemiz gereken bir merhamet nesnesi yahut tüylerimizi ürperten bir korku öznesi yerine bütün zaaf ve kifayetleriyle birer karakter beliriyor. Yazar bu tavrıyla hem gerçeğe sadık kalıyor hem de metnini olası tehlikelerden uzak tutuyor. Bu sayede anlatılan olay oldukça trajik olmasına rağmen vıcık vıcık bir melodrama dönüşmüyor. Metin için avantaj olan bu tavır okur için dezavantaja dönüşüyor. Çünkü karşısında klasik bir şartlanmayla toplum tarafından kendisine öğretilmiş klişe hissiyatları geliştirebileceği bir metin bulamıyor. Korku, üzüntü, merhamet… Hangi duyguda karar kılması gerektiğini metnin akışına bırakmak zorunda kalıyor.
Güzel Ölümün Öyküsü içeriği kadar dil ve anlatımda da okurunu derinden etkiliyor. Olayların anlatımında kullanılan dil kurgunun atmosferiyle ciddi bir uyum yakalıyor. Geçmişe dönük anlatılarda – özellikle yetimhane günlerinde – sert, öfkeli ve karanlık bir tona bürünen dil, kahramanımızın hayal ve özlemlerinde yumuşak naif ve ipeksi bir ton alıyor. Kurgunun akışına göre olay anlatımında hızlanan, içsel monologlarda yavaşlayan bir anlatımla okurunu sokaklarda Emenike’nin peşi sıra dolandırıp duruyor. Roman boyunca türlü sembollerle anlatıma derinlik ve renk katıyor yazar. Mesela sıkça renkleri belli durumların sembolleri olarak görüyoruz. Emenike’nin sürekli beraberinde taşıdığı pembe yorganı bir anlamda Emenike’nin içindeki aile saadeti, anne şefkati ukdesini sembolize ediyor. "Örtündüğü eski yorganın altında kıpırdanıyor. Toza toprağa karışmasına rağmen sabahı pembesine katıveriyor yorgan, bulaştırıyor pembeyi, lohusa yastıklarının, sünnet düğünlerinin, maşallahların, inşallahların, bir yastıkta kocamaların, analı babalı büyümelerin pembesini. Yine kentlerdeki çürümüşlüğü çöp ile sembolize ediyor: “Çöp her yerde. Kokuyor çürüyor, yayılıyor, ne kadar toplansa canlı bir yaratıkmış gibi yeniden çoğalıyor. Üstüne gidildikçe güçleniyor, şehre meydan okuyor. Aslını ararsanız şehir çöpe teslim oldu."
Ayşegül Devecioğlu’nun sadece sosyal alanda değil edebi alanda da halen görülmeyen bir sorun olan sokak çocuklarını sarsıcı bir şekilde işlediği bu romanı son dönem edebiyatımızın en önemli önemli toplumcu örneklerinden biri olarak dikkati çekiyor. Edebiyatın toplumsallığının en önemli turnusol kâğıdı olan kent yoksulluğu bağlamında sokak çocukları olgusu bu romanda bütün yönleriyle kurgulanmış. Güzel Ölümün Öyküsü’nü yüksek bir edebi yapıt kılan şey sadece böylesi önemli bir sorunu ele alması değil, sorunla kurduğu ilişki biçimi ve okuyucuyu derinden etkileyen dil ve üslubu aynı zamanda. Ayşegül Devecioğlu bu romanıyla bizleri adeta kemer tokalarımızdan yakalayıp Emenike ve nice isimsiz arkadaşının trajedisiyle yüzleştiriyor.