| ISBN13 978-975-342-656-5 | 13x19,5 cm, 224 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Sibel Yılmaz, "Norveç Ormanlarında İki Münzevi", oggito.com, 30 Ağustos 2017 Şehir yaşamından ve onu sarıp sarmalayan ilişkiler ağından bunalan kahramanımız; kendisini ve hayattan beklentilerini sorgulamaya girişir. Anlam arayışının ya da varoluş sıkıntısının neden olduğu bu sorgulama neticesinde nihayet bir gün her şeyi ardında bırakır ve doğada inzivaya çekilerek özgürlüğüne kavuşur. Birçok edebiyat eserinin ve sinema filminin hikâyesi bu şekilde özetlenebilir. Edebiyatta “doğaya dönüş” fikrinin işlenmeye başlaması oldukça eskiye dayanır. Jean-Jacques Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi (1762) eserinde dile getirdiği görüşler, bu fikrin düşünürler arasında yaygınlaşmasını sağlar.1 Rousseau, insanların toplum düzenine geçmeden önce yaşadıkları dönemi “doğal durum” olarak adlandırır. İş bölümü ve mülkiyetin ortaya çıkmasıyla doğal durumun bozulduğunu söyleyen Rousseau, medeniyetin insanı özünden uzaklaştırdığını düşünür. Öze dönmek içinse doğaya dönüşü salık verir. Özellikle romantizmi benimseyen yazarların eserlerinde bu görüşten hareketle doğaya dönüş teması sıkça işlenir. Günümüze geldiğimizde de birçok romanda çeşitli nedenlerle şehri bırakıp doğada yaşamaya karar veren insanların hikâyelerinin anlatıldığını görüyoruz. Örneğin Norveç edebiyatının son yıllarda birçok ülkede okunan ve beğeni kazanan iki yazarı Per Petterson ve Erlend Loe, At Çalmaya Gidiyoruz ve Doppler isimli romanlarında bu izleğin izini sürüyor. Türkiye’de ilk kez 2008 yılında yayımlanan At Çalmaya Gidiyoruz’da romanın başkişisi Trond, karısını kaybedince 67 yaşında şehri terk edip Norveç ormanlarında yaşamaya başlar. Göl kenarında küçük bir eve taşınır ve evinin bütün işleriyle kendisi ilgilenir. Olay örgüsü, Trond’un yeni yaşamından kesitlerin betimlenmesiyle açılır ve olay örgüsü ilerledikçe Trond’un yeni yaşamı kadar ilk gençliğinde başından geçen önemli olaylar da gün yüzüne çıkar. Böylece iki yönlü bir zaman akışıyla şimdi ve geçmiş arasında gidip gelir yazar. Öyle ki geçmiş ve şimdi, zaman zaman birbirinin içine girer ve zaman kavramı şeffaflaşır. 1948 yılına, yani Trond’un 15 yaşında olduğu döneme geri dönüldüğünde babasıyla olan ilişkisi anlatılır. Trond ve babası 1948 yazını Norveç-İsveç sınırındaki bir köyde geçirir ve burada yaşadıkları Trond’un bütün hayatını ve hatta 67 yaşında doğaya kaçma kararı almasını etkileyen önemli gelişmelere sahne olur. Romanda ismi verilmeyen baba, Alman işgaline karşı çıkan direnişçiler arasında yer alır. 1942’de Norveç’in Nazi işgalinde olduğu dönemde İsveç sınırına bilgi ve belge taşıyan babanın, kendi ailesinden bile sakladığı başka bir hayatı vardır. Romanda geriye dönüşlerle birlikte babanın hayatı anlatıldıkça baba-oğul ilişkisi derinleşir. At Çalmaya Gidiyoruz, doğaya dönüş romanı olduğu kadar baba-oğul arasındaki sevgi bağını duygusal ve hüzünlü bir tonda işleyen bir roman olarak da dikkat çeker. Trond’un 15 ve 67 yaşları arasındaki dönem ise oldukça siliktir. Petterson, Trond’un hayatının bu dönemine dair bilgi vermez. Yalnızca iki kez evlendiği ve iki çocuk sahibi olduğunu, Charles Dickens okumayı sevdiğini söylemekle yetinir. 2016’nın başında Türkçeye çevrilen Doppler romanında (novella da denebilir) ise orta yaşlarını süren, iyi bir eş ve aile babası olan Andreas Doppler’in ormanda yaşamaya başlamasıyla gelişen olaylar anlatılır. Doppler, bir gün ormanda bisikletten düşer ve ani bir kararla ormanda yaşaması gerektiğini düşünür. Ormanda olmak artık bir zorunluluktur onun için. Olay örgüsü, kasım ve mayıs ayları arasını kapsasa da Doppler, yaklaşık bir yılını Oslo’ya yakın bir ormanda kurduğu çadırda geçirir. Buraya gizlenerek bütün insanlardan ve toplum kurallarından uzaklaşmaya çalışır. Hatta iki çocuğunu ve karısını bile görmek istemez. Ancak ihtiyaçlarını karşılamak üzere zaman zaman şehre iner. Kendini avcı-toplayıcı olarak tanımlar. Karnını doyurmak için geyik avlar. İhtiyaç duyduğu diğer şeyleri almak içinse geyik etini bunlarla takas eder. Ekonomide takas sisteminin geri gelmesi gerektiğini düşünür. Para kullanmayı bırakır. Doppler romanı, mizahi ve ironik bir dille yazılır. Doppler’in iç konuşmalarında argo kullanımına rastlanır. Erlend Loe, satır aralarında küçük burjuva yaşamına dair sert eleştiriler getirir, ama bunu eserin tamamına yayılan alaycı bir tavırla yapar. Sahte ilişkilerden, çıkara dayanan dostluklardan, mutlak başarıyı merkeze alan eğitim ve iş yaşamından dem vurur. Büyük şehirlerde yaşayan insanların tüketime endeksli yaşam biçiminin gereksizliğini göstermeye çalışır. Ona göre süpermarketlere bağımlı, ihtiyaç duyulandan fazlasını satın alan şehir insanı; gereksiz bir gayret içindedir. Zaman içinde Doppler’in kamp kurduğu alana ondan etkilenerek ormana yerleşmeye karar veren başkaları da gelmeye başlar ve orman gittikçe kalabalıklaşır. Bunlardan biri olan “sağcı adam”, Doppler’e göre düzenin koruyucusudur. Doppler, onun anlam arayışını oldukça yüzeysel bulur. Ancak ormanın sahibi olmadığı için insanların buraya gelmelerini engelleyemeyeceğini düşünür. Ormanda doğanın kuralları geçerlidir, toplumsal yaşamı düzenlemek için koyulan kurallar değil. “Ben orman olmak üzereyim, ormanın ta kendisiyim” (s. 104) diyen Doppler, sonunda oradan uzaklaşmaya karar verir; ancak arayışını sürdürecektir. İki Norveçli yazar birbirlerinden etkilenmiş midir bilinmez; ama iki eser arasında çeşitli ortak noktalar olduğu görülür. Örneğin Hem Doppler hem de Trond, ormanın sessizliğinde kendilerini dinlerken yaşama dair bir sorgulama sürecine girerler, neden arayış içinde olduklarını anlamaya çalışırlar. “Bence yaşamlarımızı biz kendimiz yaratıyoruz, en azından ben kendi yaşamımı yarattım, ne kadar değerli bir yaşamdır bilemem, bütün sorumluluğu da yalnızca kendi üzerime alıyorum” (s. 61-62) diyen Trond, son kertede eylemlerinden memnun olduğunu hissettirir okura. Dopper’in arayışı ise Trond’unkinden daha farklıdır. Trond geçmişten kopabilmek için inzivaya çekilirken o, topluma ve düzene karşıdır. Dolayısıyla At Çalmaya Gidiyoruz, daha kişisel bir hikâyedir. Doppler ise bir yanıyla kapitalizm eleştirisi olarak da okunabilir. Her iki romanda da kahramanlarımızın babalarıyla olan ilişkileri öne çıkar. Trond, büyük bir hayranlık duyduğu babasının hayatına dair yeni şeyler keşfettikçe onunla giriştiği yüzleşme de derinleşir. “Babam öldü” cümlesiyle açılan Doppler’de ise kahramanımız, babasını aslında hiç tanımadığını düşünür. Annelerin ise bu hikâyelerde pek önemli bir yerleri yoktur. İki eserde de kahramanlarımız, kendi kendilerine yettiklerini düşünüp başkalarıyla iletişimi minimum düzeye indirger. Trond’un yoldaşı Lyra isimli bir köpek iken Doppler, avladığı bir geyiğin yavrusuyla yaşamaya başlar ve ona Bongo ismini verir. Bongo, zamanla onun en yakın dostu olur. İnsanlarla konuşmaktansa Bongo’yla konuşmayı yeğler. İnsanları sevmediğini ve onlarla karşılaşmak istemediğini söyler sürekli: “İnsanlardan hoşlanmıyorum. Yaptıklarından hoşlanmıyorum. Temsil ettiklerinden hoşlanmıyorum. Söylediklerinden hoşlanmıyorum.” (s. 24) Doppler’de de At Çalmaya Gidiyoruz’da olduğu gibi II. Dünya Savaşı’na değinilir. Doppler’in şehre indiğinde kilerinden yiyecek aşırdığı; ancak sonradan dost olduğu Düsseldorf adlı kişinin babası bir Alman askeridir. Arden Saldırısı sırasında babasını kaybeden ve onu tanımadan büyüyen Düsseldorf, onun anısını yaşatmak için maket yapar. İki eserde de Norveç tarihinde önemli bir yeri olan II. Dünya Savaşı’ndan söz edilmesi savaşın Norveçli yazarları ne denli etkilediğini de gösterir. Doğaya dönüş fikrinin ele alındığı Doppler ve At Çalmaya Gidiyoruz romanlarının Avrupa’da en yüksek refah düzeyine sahip ülkelerden biri olan Norveç’te yaşayan yazarların elinden çıkması düşündürücü. Demek ki insanlar iyi şartlar altında yaşarken, gelişmiş sosyal haklara sahipken, gelecek kaygısı taşımazken de kendilerinden memnun olmayabilir ve farklı arayışlar içine girebilir. Erlend Loe’nin “gerçek dünyanın önemsiz bir banliyösü” (s. 116) olarak tanımladığı Norveç’teki yaşam koşulları iki kitap üzerinden gözlemlenebilir. Loe’nin kendi ülkesine dair eleştirel bir tavır takındığı görülür. Doppler ve At Çalmaya Gidiyoruz, bizi kendi yaşam biçimimiz, gereksiz yere tükettiklerimiz ve satın aldıklarımız, doğa karşısındaki tavrımız hakkında düşünmeye iter. Belki de sonunda ulaştığımız gerçek, –Doppler’in birçok kez vurguladığı gibi–yaşamın anlamını tüm toplumsal kabullerin ötesinde çok daha derinlerde bir yerde aramak gerektiğidir. |