Emek Erez, "Ursula K. Le Guin’in şiirli vedası", 29 Kasım 2019
Ursula K. Le Guin ismi bir okuru olarak kafamda pek çok çağrışımı bir arada sunar. Ondan bahsetmek yakın bir dosttan söz etmek gibi gelir. İlk tanıştığım andan itibaren kitaplığımın başköşesindeki yeri hiç değişmedi. Bu nedenle bazı yazarlardan söz ederken nesnel olamazsınız, size her anlamda dokunmuş, sizi siz yapmış olacak kadar yaşamınızda yer etmiş bir insanı nasıl soğuk ve nesnel bir dil ile ele alabilirsiniz ki? Bu nedenle özellikle kaybettiğimiz günden bu yana Le Guin, ismini her andığımda geçmişe bakmama, ondan bana kalanı zihnimde geri giderek belleğimi yoklamama sebep oluyor ve duygusallaşıyorum. Taocu fikirlere merak salmamda, anarşizme bakışımda, cinsiyet kimliğimi sorgulayışımda, rüyalara bile müdahale eden bilimsel bilgiyi eleştirel bir gözle değerlendirmemde hep onun izi var dersem sanırım abartmış olmam. Mesela Mülksüzler'den ütopyanın tasarlanmış mükemmele ulaştıracak bir hayal olmadığını, yanı başımızda durabileceğini, ona ulaşınca sabit bir “iyiliğe” ulaşmış olmayacağımızı, yaşamın oluşu içerisine yerleştiğinde ütopyanın da Le Guin’in deyimiyle “ikircikli” olabileceğini öğrendim. Kropotkin’in “karşılıklı yardımlaşma” fikrinin pratiğini de o metinde okudum. Taocu fikirlerle yoğrulmuş Rüyanın Öte Yakası adlı metninden dünyaya insan müdahalesinin, bilim adı altında rüyalarımıza kadar ulaşabilecek insan elinin ne denli tehlikeli olabileceğini başka kitaplardan edindiğim bilgilerle kafamda somut bir anlama oturttum. Karanlığın Sol Eli sayesinde cinsiyet rollerinin nasıl aşındırılabileceğini dahası cinsiyetin belirsiz bir kimlik de olabileceğini keşfettim. Lao Tzu Tao Te Ching kitabından Lao Tzu’nun yönetici bir erkek sesi olarak kafamızdaki yerinin, Le Guin sayesinde dişil bir yana evrildiğini görünce onun kafamdaki yeri çok daha büyük anlam kazandı. Sadece bu metinler değil onun daha pek çok metni kişisel belleğimde, kendimi oluşturmamda, dünyaya bakışımda çok önemli bir yere sahip ancak şimdi burada hepsine yer vermek istesem de imkânsız olduğunun farkındayım.
Geçtiğimiz günlerde Le Guin’in Şimdilik Her Şey Yolunda: Son Şiirler 2014-2018 adlı kitabı Gökçenur Ç. çevirisi ile Metis Yayınları tarafından basıldı. Metin, Le Guin’in yayıncısına gönderdiği son dosyası olması bakımından okuruna bir veda metni olarak yorumlanabilir ancak Le Guin’in hayatına dokunan kişiler için hiçbir zaman bir vedası olmayacağını, hep yanı başında var olacağını, elini her uzattığında onun dostluğunu hissedeceğini de kendi deneyimimden biliyorum. Caroline Le Guin bu metin hakkında şöyle yazmış kitabın sonunda: “Annem, Şimdilik Her Şey Yolunda'nın gözden geçirilmiş dosyasını redaksiyon için yayınevine 15 Ocak 2018’de gönderdi; 22 Ocak’ta vefat etti. Bu onun yayına hazırladığı son şiir kitabı”. Bunun üzerine düşününce bu metnin bir bakıma yazarın son döneminde hissettiklerine ve dert ettiği şeylere tanıklık etmemize de vesile olabileceğini düşündüm. Ki bu şiirleri okurken onun en çok doğaya, toprağa, mevsimlere, yaşlılığa, hastalığa, uzaklığa, yakın çevresine gözünü çevirdiğini, daha çok dünya varlıklarının oluşlarını gözlediğini hissettim.
Ölüm bir sona variş mi?
Mesela Le Guin’in hayvan oluşa, onları gözleminden yola çıkarak oluşturduğu bir şiire bakalım öncelikle adı: “Ölünün Ardından”
“Kedimin öldürdüğü fare
faraşla götürüp çöpe attığım
gri bir süprüntü
Derim ruhuna:
Koş şimdi
kimseden kaçmadan
dans et o büyük evin duvarları arasında
Ve derim vücuduna:
Dünyanın büyük
karnında
o sonsuz varoluşta
şimdi uyu rahatça”
Kedi ve fare arasındaki ilişki hepimizin malumu, birinin varlığı diğerinin yokluğunu getiriyor çoğu zaman. Ancak şiirden anladığımız, Le Guin ölümü kesin bir yokluk olarak görmüyor, “dünyanın büyük karnında, o sonsuz varoluşta” başka bir varlık olarak devam etme, başka bir oluşa geçme olarak değerlendiriyor. Ve farenin ruhuna adeta dualı sözcükler fısıldayarak onun yeni yaşamına uğurluyor. Ölüm insanın başucunda duran, ona sonlu bir varlık olduğunu hatırlatan bu nedenle de insanın üzerine düşünmeyi bırakamadığı bir durum. Bu nedenle de yas törenleri ve ritüeller bir bakıma insanın kendisini ölümün bir son olmadığına inandırmasıyla, gideni ve geri dönmeyecek olanı biraz daha dünyada tutma fikriyle de ilişkisiz değil. Ruh inancı veya öte dünya inancının da benzer bir misyonu olduğundan söz edebiliriz hâttâ. Ancak ölümü Le Guin’in şiirinde olduğu gibi yaşamın oluşu içerisinde bir yere yerleştirirsek, ölümün ardında “sonsuz bir varoluş” fikri görürsek sanırım ölümle yüzleşmemiz daha kolay olur ki bana kalırsa kedi-fare metaforuyla oluşturulmuş bu şiirin böyle bir anlamı da var. Çünkü ölüm bir sona “varış” değildir, Jean-Luc Nancy’nin ifadesiyle: “Ölmek varmak değildir, başka insanların da kendi sıraları geldiğinde gitmelerine neden olan harekete katılmaktır, senin, benim ve başkalarının, sayelerinde ne ise olmuş olduğumuz ve onlardan önce bıraktığımız başka şeyleri açmaktır” (2012: 52). Bir yere varmak yolun sonuna gelmeyi belirtir ancak ölümün bir yere ulaşmak olarak değerlendirilmemesi, bir harekete katılmak olarak ele alınması onun bir son olarak algılanmasının önüne geçer. İşte, Le Guin’in bu şiirinde bana kalırsa ölüme bakış bu açıdan ele alınıyor.
Toprak dediğin hayattı
Toprak dünyada yaşamın en önemli kaynaklarından sadece insan için değil doğanın tüm varlıkları için. Öyle ki dini ve mitolojik metinlerde insanın topraktan gelip toprağa döneceği fikrinin yaygın olması, onun başlangıcın ve sonun belirleyicisi olmasının da bu bağlamda söylediği bir şeyler var. Ancak günümüzde iklim krizi ile birlikte toprağın yokluğu da insanın ve dünyanın diğer canlılarının önemli sorunlarından. Hâttâ Bruno Latour gibi düşünürler bugüne kadar olan tüm politik ve felsefi kavrayışlarımızı etkileyecek bir durumun içerisinde olduğumuza dikkat çekiyorlar, ayağımızı basacak bir zeminden yani topraktan yoksunken diğer tartışmaların pek de önemli olmadığından dem vuruyorlar (2019). İşte böyle bir ortamda Le Guin’in son yıllarında toprak üzerine düşündüğüne tanık oluyoruz bu bağlamda “Dön Toprağa” şiirine bakabiliriz:
“Ey ruh anlat bedenin
yaklaşan serüvenlerini
bir arada tutan maddenin hareketlerini.
Yüksel tütsü dumanlarıyla.
Dökül toprağa yağmurlarla.
İn köklerin en derinlerine.
Bin dallara tırmanan suya bir at gibi,
çık en tepeye, yaprakların uçlarına.
Dön sonra toprağa sonbahar yaprakları gibi
uzanıp kış boyunca beklemek için çürümeyi.
Yine yüksel ilkyazın taze pınarlarıyla.
Oradan oraya sürüklen güneşin altında
kutsal polenlerle birlikte sen de dökül bereketle.
Toprak dediğin
Hayattı eskiden, canlıydı, kutsaldır.”
Bu şiirde doğadaki hareketin dönüş noktası olarak toprağı işaret ediyor Le Guin. Yağmur, sonbahar yaprakları, polenler hepsi doğadaki oluşlarının gereğini yerine getirdikten sonra toprağa dönüyorlar, onun tarafından kucaklanıyorlar tıpkı insanın dünyadaki oluşunu tamamladıktan sonra toprağın kucağına dönmesi gibi. Bana kalırsa Le Guin’in toprağın kutsallığına yaptığı atfın böyle bir anlamı var. Toprak bizim kökümüz, ağaçlar gibi tutunmamız gereken, Neolitik Dönemden bugüne daha fazlasını isteyerek tükettiğimiz, “temizleme” adı altında tüm zenginliğini yaktığımız ve bugün ayağımızı basacak kadarına bile hasret kalma noktasında olduğumuz, kokusunu unutma noktasına geldiğimiz… Oysa Le Guin’in dediği gibi “Toprak dediğin, hayattı eskiden, canlıydı, kutsaldır.”
Dişil doğa
Le Guin’in yazısında doğaya genellikle dişil anlamlar yüklediğine tanık oluruz. O adeta kadını ve doğayı ortaklaştırır. Şimdilik Her Şey Yolunda kitabının şiirlerinde de benzer durumu görüyoruz bu anlamda “Yağmura” şiirine bakabiliriz:
“Yağmur ana, çoğaltıcı, sonsuz,
boş topraklara yağıyor, tarlalara, ormanlara,
evlerin çatılarına, alçak damlı ağıllara, yüksek burçlara,
ey! Yer altında toplanan, her şeyi yıkayan,
şehirlerden geniş, kız kardeşlerden şefkatli,
kırlardan engin, rahatlatıcı, hatırlatıcı büyük su:
dön bize, sonu gelmez yağışınla
öğret sıkıntılı ruhlarımıza düşmeyi,
öğret yoldaşlığı, kökleri anlamayı,
suya batmayı, şifa dağıtmayı, denizi tatlandırmayı.”
Yağmur da kadınlar gibi “şifacı” olarak değerlendiriliyor Le Guin tarafından, çünkü tarih içinde kadınların şifacılık faaliyetlerinin “cadılık” olarak değerlendirilip, katledildiklerini ve şifacılık belleğinin yok edildiğini biliyoruz. Hâlâ halk tıbbında kadınların bu anlamda önemli yeri olduğunu da eklemeliyiz. Bunları düşününce bu şiirde yağmura ve kadına ortak bir anlam yüklendiğini söyleyebiliriz ki Le Guin’in pek çok metninde ve bu kitaptaki şiirlerinde benzer temayı görebiliriz. Yağmur da topraktan bahsederken söylediğimiz gibi kutsal, dünyanın tüm canlıları için hayat.
Okurunun ‘uzayli kocakarisi’
Le Guin’e dair söylenebilecek şeylerden biri de onun “çok” bir insan olması. Fikirlerini devamlı geliştirdiği, bir yere saplanıp kalmadığı ve onun anarşizminin, feminizminin, doğaya, insana bakışının devamlı hareket hâlinde olduğu, pek çok farklı fikirle kaynaştığı bu nedenle de kendine ait çoklu bir düşünce dünyası oluşturduğu ve bu nedenle de metinlerinde başka bir dünyayı mümkün kıldığı. “İhtiyar Yazarın Ağıtı” adlı şiirini okurken onun da bunun farkında olduğunu düşündüm çünkü şiirde kendini çoğullaştırıyordu, bahsettiği tek bir kadın değildi, zaman içinde değişen, dönüşen, oluşunun akışı içinde farklı farklı kadınlardı, şiir şöyle:
“Eskiden olduğum kadınları özlüyorum,
âşık olanı, maceracı olanı,
birlikte kutba gittiğim kadınları.
Neler benimdi, neler onların?
O zamanlar varsıldık hepimiz. Şimdi
yoksulluğun korkaklığı tek paylaştığımız,
özlüyorum bana eşlik eden cesareti.
Keşke o kadınlar dönüp kurtarsalar beni
içinde kapalı kaldığım kendimden olma odadan,
yaşlandıkça çöken yorgunluktan ve hastalıklardan,
bildikleri yollara çıkarsalar beni
tepelerin üstünden geçen, geçen göğün altından.”
Geçmişe dönük bir özlem hissediliyor bu şiirde aynı zamanda, oysa onun olduğu tüm kadınlar dünyanın başka yerlerinde başka insanlara dokunarak o kadar çoğaldılar ki, bunu kendisine söylemek isterdim, “kendi içinde kapalı kalmadığını”, tam tersine olabildiğince özgür olduğunu, sadece kendisini değil dünyada pek çok insana özgürlüğünden pay verdiğini anlatabilmek çok güzel olurdu, bunu bilerek gitmiş olmasını umuyorum çünkü o benim ve birçok okurunun “Uzaylı Kocakarı” metninde bahsettiklerinin vücut bulmuş hâli. Ne diyordu: “Bırakalım da kadınlar yaşlı ölsün, şeref payeleri beyaz saçları, madalyaları insan kalpleri olsun.”
Ursula K. Le Guin’in her metni okuru için miras, Şimdilik Her Şey Yolunda: Son Şiirler 2014-2018 kitabı belki son mirası ama hiç tanışmadan, dünyanın farklı farklı bölgelerinde onunla ilişki kurabilmiş okurları için Le Guin hiçbir zaman sonlarla anılmayacak, bir yerde bir şekilde yeniden başlatacak duyguyu, düşünceyi, yaşama dair olanı çünkü o evimizin en afili köşesinde bize düşler kurdurmaya devam edecek bir bilge.
Kaynaklar
Nancy, J.,L., (2012), Gitmek/Yola Çıkış, (Çev. Murat Erşen), İstanbul: Monokl.
Latour, B., (2019), Rota ‘Politikada Yönümüzü Nasıl Bulacağız? (Çev. Orçun Türkay), İstanbul: Kolektif.
Kadınların şifacılık belleğinin yok edilmesi hakkında bknz., Federici, S., (2019), Cadılar, Cadı Avı ve Kadınlar, (Çev. Bilge Tanrısever), İstanbul: Otonom.