Açılış bölümünden, "Arada bir de o kükreme...", s. 7-10
Bilmediği bir nedenle ansızın uyanıyor. Dünyaya kapkara düştü, taş gibi, gelişigüzel. Karanlıktan başka bir şey anımsamıyor bu yüzden.
Sokakta, hava ağarana kadar bekleyip sonra uyumaya alışkın. Art arda birkaç geceyi uykusuz geçirdiğinde bile, çevresinden akıp giden günü duyumsuyor. Peltemsi, çığırtkan bir yoğunluk duyumsadığı, beynini emen yapışkan bir uğultu, arada bir de o kükreme, betonun, inşaat kepçesinin, polis arabasının, kimbilir neyin.
Örtündüğü eski yorganın altında kıpırdanıyor. Toza toprağa karışmasına rağmen sabahı pembesine katıveriyor yorgan, bulaştırıyor pembeyi, lohusa yataklarının, sünnet düğünlerinin, maşallahların, inşallahların, bir yastıkta kocamaların, analı babalı büyümelerin pembesini. Epey solgun bir yorgan olduğu halde başarıyor bunu.
Sokakta pembeden başka siyahlar, koyu, açık griler görünüyor, kahverengiler, donuk sarılar...
Emenike’nin inşallahlarla maşallahlarla hiç işi olmadı. Toplu sünnet, tam keserken ağzına verdikleri bayat lokum, bakıcı anne babaların yüzlerinde, yetiştirme yurdu şefkatinin altından sırıtan, “hele bir tükür de gör” ifadesi...
Yani yorganın sırf rengi yüzünden taşımak zorunda kaldığı anlamları sallamıyor pek, pembenin ve kararmış mitilin altında titriyor yalnızca.
Sesler giderek keskinleşiyor, ama hâlâ bulanıklık içinde gün. Emenike bulanıklığın içinde bir daha ağaç olamayacak ağaçlar görüyor, ölmüş ya da ölümüne hırpalanmışlar. İrili ufaklı yapılar, geniş bir cadde, arabalar ve insanlar da görüyor. Derken şehir yanı başında yırtıcı hayvan gibi soluyor. İrkilerek toparlanıyor. Yorganı omuzuna alıp, kaldırıma serdiği kartonun üstüne oturuyor. Gözlerini ovuşturuyor. Parmaklarının arasından görünen manzara her günkünden farklı değil. Donuk sabah ışığında, yarım yamalak bir karalama gibi yeniden çizilmesi şehrin. Bazı gölgelerin silinmesi, kimi çizgilerin belirginleşmesi. İç sıkıntısı. Birdenbire oluyor bunlar. Yaşamın kederli soluğunu içine çektiğinde, günün daha şimdiden kendini belli eden boşunalığını. Yapış yapış bir şey boğazından aşağı doğru akıp gidiyor. Boğulurcasına öksürüyor. Gökyüzüne bakarken bedeni hâlâ sarsıntılar içinde. Kararsız, ayak sürten bir güneş görünüyor yukarıda, dünyaya elden düşme ışınlar gönderen bir yetimhane güneşi.
Meydanın biraz aşağısında, büyükçe bir inşaat alanının köşesinde oturuyor. Alanı çevreleyen sac paneller tam oturduğu yerde bitmiş, eksik kalan bölüm kararmış tahtalarla yamanmış. Tahtalar sidik kokuyor. Karşısında içi çöp dolu bir çiçek tarhı var. Çöplerin arasından tozlu, belirsiz bir bitki boynunu uzatıyor. Açıkta kalmış paslı borulardan sızan su, titizlikle kaldırımı izleyip yolun aşağısında gözden yitiyor. Her şey kendi bırakılmışlığı içinde, su dışında. Su ne yaptığının farkında. Bir anlığına bel bağlıyor bu akışa, suyun akışında ruhu yatıştıran bir şeyler görüyor belki. Sonra kayboluyor bu duygu. Emenike’nin duyguları hızla belirip kaybolur, onu serseme çevirirler.
Burası bir sokağın girişi, dar, kuru, şehre gömülmüş sokaklardan biri. Kaldırımların önüne dizilmiş sıra bekleyen sarı minibüslerin ardından bakımsız evlerin tozlu camları seçiliyor.
İnşaat döküntüleri ve çöplere basarak işyerlerine ya da nereye gidiyorlarsa oraya ulaşmaya çalışanlar, sac panellerin önünde durup yolun aşağısına doğru baktıklarında şehrin eski semtlerini meydana bağlayan caddenin ortasından yarılmış olduğunu görüyorlar. Büzülmüş bir torba ya da küçük bir delikten fışkırırcasına caddeye ulaşan arabaların şaşkın sürücüleri amaçsızca sağa sola direksiyon kırıyor. Asfaltın göbeğini iştahla mideye indiren inşaat kepçesi olayın merkezinde. Kepçenin dişlerinden çıkan homurtu diğer sesleri yutuyor.
Tarlabaşı’nda yıkım başlayınca minibüs duraklarının yeri değişti, şimdi sokakların arasına sıralanıyor, meydana geri döndüklerinde yolcuları neredeyse kepçenin içine indiriyorlar. İnenler şaşırıyor, hepsi aynı usanç ve yılgınlıkla bataktan kurtulmaya çalışıyorlar. Bazen duruyorlar, ne yapacaklarını bilemediklerinden öylece kalıveriyorlar. Bir-iki dakika belki daha uzun sürüyordu durmaları, sağa sol bakınmaları, yol aranmaları. Kepçe kazıyor, dolduruyor boşaltıyor. Çevrelerinde, durmadan alt üst olan o kara yığın. Çaresizler kepçe karşısında. Kaçmaya uğraşırken toza dumana boğuluyorlar.
Toz şehrin derisi; ağaçları, yolları, evleri, arabaları çöpleri, duvarları kaplıyor, her şeyin dokusuna giriyor, kendine özgü aşılmaz bir tabaka oluşturuyor. Şehri kilim ya da halı gibi çırpsalar tozun altından yabancı bir yer çıkabilir. Gerçi ortaya çıkan da birçok bakımdan eskisinden farklı olmaz, aynı ölçüde donuk ve küf tutmuş olur.
Tek gözünü kısıp, kuşkuyla gökyüzünü inceliyor, birkaç bulut, sabahın o saatinde güvercin patırtısı, korna böğürtüleri, sokaklar, kaldırımlar, insanlar arasında, yukarıda sonsuz mavilik aklını çelerken, bütün yaşlılığı ve kötülüğü ile süren yaşamı yarı düş içinde ayrımsayıp, nefesi kesilerek...
Yine de biliyor, çirkin ölüm gelip onu bulana kadar, bu gökyüzünün altında kalacağını, nefesi kesilerek, her sabah aynı şeyleri izleyeceğini, güvercinleri, bulutları, kaldırımları...
Dünya dönüyor dedikleri bu. Şarkısı bile var, ara sıra kulağına çalınıyor.
Ama dünya da sonsuza kadar dönmeyecek. Düşüncelerinin iyice kıyısında bir yerde şu görüntü beliriverip hiç yoktan gülümsetiyor Emenike’yi: Yetiştirme yurduna gelen din hocası ya da imam, başı sarıklı bir adam, teselli bulmalarını bekliyormuş gibi, müjdeli bir tonla dünyanın sona ereceğini söylüyor. Mutlu mesut yaşayanların çoğu günahları yüzünden cehenneme odun olacak, zakkum yiyecek ve başlarına demir topuzlarla vurulacak.
“Ne zaman?” Birkaç uyanık atılıp soruyor.
“Allah bilir!”
Cevap hiç aydınlatıcı değil. Bu sözler üzerine bayağı bir şamata çıkıyor, Sarıklı da telaşlanıyor.
“Allah’tan korkun cehennemlikler!”
“Boş versene sen,” diyor cehennemliklerden biri, dayak cennetten çıkıp bir koşu yetişmeden önce. Dayak yiyorlar ama hocayı çileden çıkarmak eğlenceli.
İçi çabucak yeniden kararıyor. Gökyüzünün şimdi mavi olmasına aldanmamalı diye düşünüyor. Kararabilir, kızarabilir, yeşile hatta mora bile dönüşebilir. Gökyüzüne güven olmaz. Başının üstünde bir dam yoksa gökyüzüne güvenmeyeceksin. Denizle ilgili bilgileri ise taa eskiye uzanıyor. Tek gözü cam olan öğretmenin deniz suyu doldurulmuş bir şişeyle sınıfa gelip, deniz suyunun göründüğü gibi mavi değil, kül rengi, kirli bir su olduğunu anlattığı güne kadar uzanıyor. Emenike şişeye doldurulan şeyin artık deniz olmadığını biliyor. Deniz olmayan şeyin rengi umurunda değil.