Dondurma Sorunu, s. 37-40
Ortalama insan beyni 1300 ila 1400 gram ağırlığında ve 1250 santimetreküp hacmindedir. Yapısının karmaşıklığına ve 85 milyar nöronunun göz korkutucu bir şekilde birbirine bağlı olmasına rağmen, bu küçük alanda olup bitenler gayet iyi belgelenmiş durumda. Beynin herhangi bir bölgesi hasar gördüğünde hangi yetilerin kaybedildiğini, hangi sinir aktivitesinin kabaca hangi davranışla bağıntılı olduğunu biliyoruz. Ama daha önceki diyaloglarımızda tartıştığımız gibi, bütün bu etkileyici sonuçlar bizi bilinci açıklamaya ve hatta bilincin nerede “meydana geldiğini” belirlemeye yaklaştırmadı.
Biliminsanları ve filozoflar bu açmazla nasıl başa çıktılar? Filozof Galen Strawson gibi bazıları, bilincin gerçek olduğu ve sinirbilimin onu açıklayamadığı aşikâr olduğuna göre, fiziksel dünya hakkında bilmediğimiz çok önemli şeyler olması gerektiği görüşünü ortaya attı. Sinirbilimci ve psikiyatrist Giulio Tononi gibi başkaları, bilincin beyinde meydana gelen son derece entegre sinirsel süreçlerden “ortaya çıkması” gerektiğini düşünüyor, ama son sohbetimizde belirttiğimiz üzere, göründüğü kadarıyla kesin ampirik kanıtları yok. Filozof ve bilişsel bilimci Daniel Dennett gibi diğerleriyse bilincin var olduğunu reddediyor ve entegre ya da bütünleşmiş benliğin bir sanrı olduğu konusunda ısrar ediyor. Dennett’ın söylediklerinin birçoğu mantıklı olsa da, bilinç konusunun çoğunlukla bir kavram karmaşasından ibaret olduğu iddiası bizi bilinçli deneyimin doğasını anlamaya yaklaştırmadı.
Ama değişik bir yol takip eden biliminsanları ve düşünürler de var. Bilinç sorununun sadece beyni inceleyerek çözülebileceğine ikna olmayan bu kişiler kafanın dışına bakmaya başladılar.
– Tim Parks
Tim Parks: Riccardo, bilinç dış dünyanın beyin tarafından yaratılmış bir temsili değilse, onu nasıl tahayyül edebiliriz?
Riccardo Manzotti: Şöyle bir önerme sunayım: Bence aynı derecede güçlü ve sağduyuya dayalı ama birbiriyle çelişen iki sezgiyle karşı karşıyayız. Kendimizin, benliğimizin bedenlerimizle aynı yerde ve büyük ihtimalle de bedenlerimizin içinde olduğunu hissediyoruz. Öte yandan, insan bedeninin içine baktığımızda gördüklerimize benzer bir şeyden oluşuyormuş gibi hissetmiyoruz. Bilinçli deneyimimizin bu hücrelerden, zarlardan, kaslardan, yağ ve bedensel sıvılardan oldukça farklı bir tabiatı var.
Parks: Bedenin kesildiğini veya parçalandığını gösteren filmlerin, tabloların ve hatta anatomi çizimlerinin bizi bu denli büyülemesinin nedeni bu olabilir mi?
Manzotti: Ben de sık sık aynı şeyi düşünmüşümdür, evet. İnsanı asıl korkutan, oradaki o tüyler ürpertici et yığınından ziyade orada olmayan şey! Bedenin iç organlarını ne kadar altüst etsek de benliğe benzeyen bir şey görmüyoruz.
Parks: Bu sorunun geleneksel çözümü, zihnin ve hatta ruhun gerçekten de orada ama görünmez, maddesiz olduğunu, fiziksel olmayan bir şeylerden yapıldığını söylemek. Ama modern bilim bu görüşü savunmakla suçlanamaz herhalde.
Manzotti: İnsan öyle düşünüyor, ama sinirbilim son zamanlarda buna tehlikeli ölçüde yakın. Bilinç, diye iddia ediyor sinirbilimciler, beynin içinde ama onu gözlemleyemiyoruz. Bilinçle bağıntılı olan sinir aktivitesini görüyorlar ama bunun bilincin kendisi olmadığını kabul ediyor ve hatta bilincin kendisini gerçek anlamda gözlemlemeye çalışmıyorlar bile. Fiziksel olan her şey saptanabildiğine göre, bu, bilincin fiziksel olmadığını iddia etmekle aynı kapıya çıkıyor. Böylece Descartes’a ve düalizme geri dönüyoruz.
Parks: O zaman bariz alternatife geçelim: yanlış yere baktığımız görüşüne yani. Beynin bilincin tahtı olmayabileceği fikri yeni bir fikir mi?
Manzotti: Hiç değil. İstersen ta Aristoteles’e kadar gidebilirsin: Aristoteles ruhun, deneyimlediğimiz nesnelerle –kısa bir süreliğine de olsa– aynı olduğunu iddia eder. Ruh “bir bakıma var olan her şeydir, bilgi bir bakıma bilinebilen şeylerdir ve duyum da bir bakıma duyumsanabilen şeylerdir”. Aristoteles’e göre ruhun tinsel değil somut olduğunu, dolayısıyla bugün bilinç dediğimizde kastettiğimiz şeye benzediğini hatırlayalım. Dolayısıyla şöyle demiş oluyor: Herhangi bir anda bilincimiz, bilincinde olduğumuz şeyin formuyla aynıdır. Bir elma gördüğünde, bilincin ve elma aynı şeyden yapılmıştır, Aristoteles’in deyimiyle elma formundan. Dediği gibi kısa bir süreliğine olsa bile.
Kendi zamanımızayaklaşırsak,davranışçılar–özellikle de B. F. Skinner– bilincin içsel bir şey olduğu ve anıların kafada saklandığı fikirlerine karşı çıkmıştı. Daha sonra Dennett’ın da yapacağı gibi, davranışçılar fenomenolojik bilincin önemini küçümsediler ve onun yerine benliğin davranıştaki tezahürlerine odaklandılar. Temel olarak “içebakış”, “zihinsel iç yaşam” gibi kavramlara ve Alman idealizminin diğer kalıntılarına, bir de tabii spiritüalizmin bilimsellikten uzak çeşitli biçimlerine karşı tepkilerini ortaya koyuyorlardı. Ama sadece gözlenebilen davranışa odaklanarak kuruyla beraber yaşı da yaktılar ve bilinci tamamen görmezden geldiler.
Parks: Peki ama bilinç kafada değilse tam olarak nerede olabilir? Neyden oluşur?
Manzotti: Yirminci yüzyılın ikinci yarısında bazı düşünürler –en başta da psikolog James J. Gibson– bedenle çevre arasındaki karşılıklı etkileşime odaklanmaya başladı. Algı dünyanın beyindeki temsilinden –tabiri caizse “kafadaki film”den– ziyade maharet gerektiren bir aktivite veya çevremizdekilerle etkileşim olarak görüldü.
Parks: Yapıyorum öyleyse varım!
Manzotti: Aynen öyle. Bu düşünürler davranışçıların yaptığı gibi bilinci inkâr etmiyor ya da görmezden gelmiyorlar. Daha ziyade dünyaya dair ilk deneyimlerimiz hakkında konuşuyorlar; bebekken çevremizi dokunma ve araştırma yoluyla nasıl keşfettiğimizden, bütün deneyimlerin dünyanın bize sunduklarıyla ilişki kurmak anlamına geldiğinden bahsediyorlar.