Emre Tansu Keten, "Dünyanın bütün kurbağaları birleşin!", Gazete Karınca, 5 Ekim 2017
Sanatçıların oto/biyografilerinin, eserlerinin arka planındakileri görme konusunda okura birçok ipucu vermesi gibi, akademisyenlerin yaşam öyküleri de, bilimsel eserlerinin arkasındaki saikleri anlamak konusunda oldukça yararlıdır. Örneğin, (beni en çok etkileyen) Edward Said’in Yersiz Yurtsuz ve Howard Zinn’in Hareket Halindeki Bir Trende Tarafsız Olamazsınız başlıklı otobiyografileri, onları çalışmalarına götüren motivasyonları ve içerisinde bulundukları sosyal koşulları anlamamıza yardımcı olurken, bir yandan da kritik dönemlerde aldıkları tavırlarla entelektüel sorumluluğa nasıl bir anlam yüklediklerini de gösteriyor (Bilindiği gibi Said Filistin, Zinn ise Siyah mücadelesinin kararlı savunucuları olmuştur). Hayali Cemaatler kitabıyla tanıdığımız Benedict Anderson’ın otobiyografisi Sınırları Aşarak Yaşamak: Bir Sosyal Bilimcinin Yaşamından Anılar da bu nitelikte bir eser.
Ailesi sömürge kurumlarında çalıştığından dolayı, Çin’de doğup, birçok farklı kültürün etkisiyle büyüyen Anderson, İngiltere ve ABD’de tamamladığı eğitimi hakkında şunları söylüyor: “Eski bir dünyanın sona ermekte olduğu bir çağda büyüdüm. Aldığım eski tarz iyi eğitimin önemini anlamaktan uzaktım. Bu eğitimden yararlanan neredeyse son kuşağa mensup olduğumun farkında bile değildim. Bu eğitim son derece muhafazakâr bir biçimde, deyim yerindeyse üst-orta sınıf geleneğinin taşıyıcılarını yeniden üretmek üzere tasarlanmıştı.” Düzenin devamını sağlamak için eğitilen bu gençlerin içinden düzenin temellerini sarsan entelektüellerin çıkması, eğitimin yapısının değiştirilmesini beraberinde getiriyor. Piyasalaştırılan yeni üniversite sisteminde entelektüel birikim gözden düşerken, piyasaya nitelikli işgücü hazırlamak temel amaç olarak öne çıkıyor. Anderson’ın bütün çalışmalarına damgasını vuran disiplinlerarasılık, yerini kör bir uzmanlaşmaya bırakıyor.
Anderson, çocukluk anılarından da etkilenerek, üniversitede Asya üzerine çalışmayı seçiyor. Endenozya ve Cava dillerinin yanı sıra Filipin ve Tayland’ın baskın dillerini de öğreniyor. Bir halkın dilini öğrenmenin, aynı zamanda o halkın düşünüş ve hissediş biçimlerini de anlamak olduğunu söylüyor ve çalışmalarında edebi eserlere özel bir önem veriyor. Bunun yanı sıra, araştırma nesnesi olarak belirlediği ülkelerin insanlarıyla kurulacak (gerçek) sosyal bağların gücünün, kütüphaneler dolusu kitaptan çok daha değerli olduğunu savunuyor. Bu dönemde kendisi gibi birçok genç akademisyenin Asya ve Ortadoğu üzerine çalışmayı seçtiğini, bunun başat nedeninin, gençlerin kendilerini yeni topraklar keşfeden gezginler olarak görmesi olduğunu ifade ediyor. Yani günümüzün, ABD’nin uluslararası çıkarları için çalışan, bir nevi siyasi misyoner olan, akademisyen tiplemelerinden oldukça farklı bir şekilde.
Entelektüelliğe yüklediği değerler, Anderson’ı hem Amerikan akademisinde hem de çalışma bölgelerinde ayrıksı bir konuma oturtuyor. Amerikan akademisini iki noktada eleştiriyor: Birincisi, bu akademi için teorinin tıpkı üst segment malları gibi bir planlı eskitmeye tabi olması; bir dönem çok rağbet gösterilen Y teorisinin kısa bir dönem sonra yerini W teorisine bırakması; W’nin göklere çıkartılırken, Y’nin yerden yere vurulmasının zorunlu olması. Teorinin, pratik karşılıkları gözetilmeyen, entelektüel bir egzersiz haline getirildiği bu ortama karşılık Anderson, özellikle kardeşi Perry Anderson’ın da etkisiyle teori üzerine eğiliyor, 1974 yılında New Left Review dergisinin bütün sayılarını okuyor, Batı Marksizmine yöneliyor. Burada bulduğu Walter Benjamin’in Hayali Cemaatler’de belirgin bir etkisi oluyor.
Endonezya’da 1965 yılında Suharto tarafından gerçekleştirilen darbe ve ardından gelen, yüzbinlerce insanın öldürüldüğü, katliam Anderson’ı bir tavır almaya zorluyor ve aldığı tavır nedeniyle ülkeye girişi yasaklanıyor. Ülkesinin Endonezya’daki emperyalist çıkarlarına karşı gelen Anderson, uzun yıllar Suharto rejiminin (Yani ABD’nin de) suçlarını ifşa etmeye devam ediyor, bu suçlara ortak olmuyor.
Anderson’ın Amerikan akademisine yönelik ikinci eleştirisi, karşılaştırmalı siyaset başta olmak üzere bütün disiplinlerde, ABD’yi örnek ve başarılı ülke olarak varsaymanın içselleştirilmesi. Asya, Ortadoğu ve Güney Amerika gibi bölgeleri çalışan akademisyenler, bütün bölge ülkelerini ABD’nin sistemine ne kadar yaklaştıkları veya uzaklaştıkları üzerinden ölçüyorlar ve başarılı addediyorlar. Rasyonel siyasetin ABD’nin tekelinde olduğunu düşünen bu akla karşı Anderson “düşünüş tarzlarındaki temel varsayımları anladığımız sürece Cavalılar veya Endonezyalıların da Batılılar ve başka halklar kadar rasyonel olduğunu” göstermeye çalışıyor.
Karşılaştırmanın bir akademik teknik olmaktan çok söylemsel bir strateji olduğunu savunan Anderson, çalışmalarında karşılaştırmayı kullananlara şu tavsiyelerde bulunuyor: Karşılaştırma yaparken farklılıkların mı benzerliklerin mi peşinde olunacağına karar verilmeli; beklendik karşılaştırmalar yerine aykırı karşılaştırmaların tercih edilmesi (Japonya’nın Çin’le değil Meksika ile karşılaştırılması); araştırma nesnesi olan ülkenin boylamsal olarak geçmiş dönemiyle karşılaştırılması.
Ve en önemli eseri: Hayali Cemaatler. Yukarıda da sözünü ettiğimiz gibi, Anderson’ın Batı Marksizmi ile tanışması ve teorik meselelere eğilmesi bu kitabın ortaya çıkmasındaki en büyük etkenlerin başında geliyor. Yıllarca saha araştırmacısı olarak çalıştığından, meslektaşları tarafından tam anlamıyla akademisyen olarak görülmediğini aktaran Anderson, kitabı yazdığı 47 yaşından sonra kendisini bütünüyle farklı bir konumda bulur, artık teorisyen olarak anılır, milliyetçilik teorisi dersleri vermesi istenir. Aslında saha araştırmacısı olarak edindiği birikimin, kazandığı bakış açısının teoriyle harmanlanmasıdır bu kitap. Çalışmasını anlattığı bölümde, lüzumsuz derecede yüksek olan disiplin duvarlarını yıkmanın yararlarına, yaratıcı potansiyeline vurgu yapar.
Anderson akademik kariyerinde şansın önemli bir yer oynadığını ileri sürer. Doğum tarihi ve yeri, ebeveynleri, ataları, İngiltere’de ve ABD’de aldığı nitelikli eğitim bu kariyerin şans boyutunu oluşturur. Ancak bu şans yeterli değildir. Gerçekten üretken bir akademik hayat için macera ruhu, konformizmden vazgeçiş ve çılgınlığa yatkınlık olmazsa olmazdır ona göre. Ve Karl Marx’ın ruhuyla, genç akademisyenlere yaptığı şu çağrıyla sonlandırır kitabını: “Özgürlük yolunda savaşan kurbağalar, kasvetli, yarım hindistancevizi kabuklarının altında büzüldükçe kaybetmekten başka şansları yok! Dünyanın bütün kurbağaları birleşin!”