Çay içtik, şiir okuduk, Boğaz’a baktık.Yıllar öncesinde yazdığı şiirlerinden birinde “sardunyalara su vermekle unutamadığımız şeymiş aşk” diye okumuştuk ama biz yine de aşkı ve onun hemen ardından gelen yalnızlığı konuştuk. Bazen katılarak güldük. “Öteki”, “yeryüzünün en güzel hali “ hangisi, şiir insanı gelip bulan bir kader mi? Birhan Keskin ne yer, ne giyer ve nasıl biri? Birlikte“harflere dönüştük”.“Yaz’ları benim günüm geçmiyor aslında. Ben sadece Yaz’ın bitmesini bekliyorum. Hatta Yaz’la ciddi bir problemim var,” diyor Birhan Keskin ona günlerinin şu sıralar nasıl geçtiğini sorduğumda. Kendisine buna şaşırdığımı çünkü şiirlerinin ”kötü adam” ının kış mevsimi olduğu gibi bir düşünceye kapıldığımı söylediğimde ise gözlerini kocaman açıp, ”Hayır, hayır. Kış’ı değil, Yaz’ı sevmiyorum. Hatta yaş aldıkça Yaz’ı hiç sevmemeye başladım. Yeni yazdığım şiirlerin bir tanesinde şöyle bir dize var: ”Yazın başını ayrı bekliyorum, kışın başını ayrı bekliyorum.”İşte biz de şair Birhan Keskin’i, aynı onun kış mevsimini beklediği gibi bekledik. Çekim yeri olarak Çırağan Sarayı’nı seçtik. İyi ki de öyle yaptık. Saray ekibinin kusursuz organizasyonu, ortak heyecanımız... Artık, esaslı bir ”şair ağırlaması” için hazırdık.Bizim için özel olarak hazırlanmış odanın kapısından içeri girdiğinde, Birhan Keskin’in üzerinde beyaz bir tişört, elinde beyaz renkli gömleği vardı. Çekim için beyaz gömleği, içmek için ise Early Grey çayı seçtik. Zaman’ı ne de güzel geçirdik...Birhan Keskin’le konuştuklarımız hemen bu satırların devamında. Şiirlerini hiç okumadıysanız, size onları Elle diliyle tarif edebilmeyi isterim: Yataktan kalkmış gibi görünen saçlar, yeni sezondan tek bir parça, yılları ve yaşananları taşıyan bir kaç parça ya da aksesuar daha... Çabalamadan, hiç zorlamadan... Sanırım neyi anlatmaya çalıştığımı anladınız: Eğer böyleyseniz siz ”çabasız” ama çok ”şık” bir kadınsınız. Sizi hakiki moda ikonları da şık bulur, hayatı boyunca kot- tişörtten başka bir şey giymeyenler de. Her gün bir şey alanlar da, hayatının neredeyse tamamını tek bir paltoyla geçirmek zorunda kalanlar da...İlk şiiri 1984 yılında yayımlanan şairden, o şiirin gerçek anlamda ilk şiirlerinden biri olduğunu, dolayısıyla ilk şiirini 21 yaşındayken yazdığını öğreniyorum. Şaşırdığımı gördüğünde bana, ” Evet, bir sürü insana göre geç sayılabilecek bir yaş. Şiir yazmaya genellikle daha ortaokul yıllarındayken başladıklarını söylerler ama (gülüyor) bende öyle olmadı,” diyor. Doğduğu kent Kırklareli’nden beş yaşındayken ayrılan şaire o zamandan bu yana hep Haliç’te yaşayıp yaşamadığını sorduğumda gülerek ”Zaman zaman taşındım aslında. Beşiktaş’ta oturdum, Etiler’de oturdum. Başka yerlerde de oturdum ama şimdi yeniden annemin yanına, Haliç’e döndüm,” diye yanıt veriyor. Kendisine yalnız yaşamayı özleyip özlemediğini sorduğumda aldığım yanıt pek de şairlerden beklenen türden bir yanıt olmuyor! Zira, Birhan Keskin bana yalnız yaşamayı sevmediğini ve hayatının hiçbir döneminde yalnız yaşamadığını söylüyor: ”Ya birisiyle ya da annemle birlikte otururum.” Birhan şu sıralar hayatında kimse olmadığından annesiyle yaşıyor. Tabi tüm bunlar beni daha da meraklandırdığından, ona ailesinden ayrı bir eve ilk taşındığında kaç yaşında olduğunu sormadan edemiyorum. Tam bir anne kuzusu olduğunu söylüyor ve ekliyor: ”Epey geç. Sanıyorum 28-29 yaşındaydım. Bir arkadaşımla yaşayacağım diye çıktım ve onunla yaşadım. Ben tek başına yaşayabilen bir insan değilim zaten. Hiçbir zaman da olmadım. Böyle hülyalı bazı sözler vardır ya yanlızlıkla alakalı... Şair kişiliğine de çok yakıştırırlar yanlızlığı ama ben yanlız kalmayı sevmem. Yapabildiğim, becerebildiğim bir şey değildir. Bir mekanda tek başına olmak duygusu bile beni ürpertir. ”Sosyoloji okuyan Birhan, o dönemlerde şair olmak istemediğini ama bir şekilde şair olduğunu söylüyor. Ona şair olacağını ilk ne zaman anladığını sorduğumda aldığım yanıt : ”Bilmiyorum. Şiir yazarsınız.” oluyor. Birhan, ”Şairim” denilen noktanın bir karar anıyla ilgili olduğunu düşünüyor: ” Şair olacağım diye değil ama şiir’de kalacağım diye bir karar verilebilir. Ki verdiğimi hatırlıyorum ben. Ama bu üçüncü kitaptan sonraydı.” Kendisine bu kararı vermesinde üçüncü kitabının başarısının etkisinin olup olmadığını sorduğumda bana çok kesin bir şekilde ”Hayır,” yanıtını veriyor ve şair olmanın kaderle olan kaçınılmaz ilişkisinden bahsediyor: ” Şiir denen şeyle hayatınızın sonuna kadar uğraşacak mısınız, uğraşmayacak mısınız? Yani bu hakikaten bir karar bana göre. Şiir, diğer yazım türleri gibi değil. Romancı olacağım, hikâyeci, gazeteci olacağım diyebilirsiniz ama şair olacağım diyemezsiniz. Yani o zaten bir kader gibi gelir bulur sizi ama yırtabilirsiniz de ondan.” (Gülüyoruz)Şiirde ısrarcı olduğu için sessiz teşekkürlerimizi sunduğumuz Birhan bir süredir TRT2’de yayınlanan Okudukça programının danışmanlığını yapıyor. Geçenlerde ekranda, üzerinde beyaz gömleğiyle bir bankta şiir okurken son anda gördüğüm şaire, programı sorduğumda aldığım yanıt her ikimizi de güldürüyor: ” Ben orada sadece danışmanım. Başlangıçta daha çok şey danışıyorlardı ama giderek azalıyor. Şimdilik devam ediyoruz.”Artık dayanamayıp en ”loser” ama en önemli sorularımdan birini, burcunu soruyorum. Aldığım cevap 22 Aralık oluyor. Zira bu tarih bazen Yay, bazen de Oğlak burcuna denk geliyor. Hangisi olursa olsun, Birhan Keskin ikisinin karışımı ama bence Yay’ın ağırlığı daha bir hissediliyor.Bu arada elimizden çaylarımız elimizden hiç eksik olmuyor. Bazen pencereden dışarı bakıyoruz, bazen de terasa çıkıyoruz. Ona her baktığımda, aklıma geceleri yatmadan önce onun şiirlerini okumadan uyumayan, onlardan fal tutan, üç Birhan Keskin kelimesiyle geçmiş yılları ve geldiği yolları farklı anlamlar kazanan insanlar geliyor. Hayatlarını onun şiirlerine katan, katmadan duramayanları düşünüyorum. Ne kadar özel bir insan olduğunun farkında mı? Evet, sanırım öyle. Bunu sevinçle hissediyorum.Derken konu, kaçınılmaz olarak aşk- şiir birlikteliğine geliyor ve sohbetimiz koyulaşıyor...Şiir denince Türkiye’de akla hep aşk şiiri, aşk geliyor. Oysa aşklar hiç de şiir gibi yaşanmıyor. Hatta, insanlar doğru düzgün aşk yaşayamadıklarını söylüyorlar. Bir şair olarak şiir’in bu konuda haksızlığa uğradığını düşünüyor musunuz?Aynen öyle. Haksızlık ediliyor. ”Şiir gibi aşk”, ya da ”şiir gibi bilmem ne” gibi söylemleri kullanıyoruz. Daha önce de söylemiştim, bir daha söyleyeyim: Şiir herhangi bir sözcüğün önüne ya da arkasına takılacak bir sıfat değildir. Mesela ”şiir gibi kadın” diye, şiir biraz kavranmadan, anlaşılmadan söyleniyor. Oysa şiir, kendi başına bir şeydir. Bir şeyin önüne ya da arkasına takılamaz. Aslında burada şiir’i bir nevi yüceltme de var tabii. Şiir gibi kadın derken övgüyle bahsetmek söz konusu ama bunu yapanlar şiir bile okumuyorlar ki! Hem okumadığın, hem de hiç takip etmediğin bir şeyi böyle kullandığın zaman evet, o zaman şiire haksızlık olur. Dillerine pelesenk olmuş bir şey. Ama gelgelelim ki okumuyorsun, anlamıyorsun. Bir ”şiir gibi” dir gidiyor. Çok saçma bence.
Şiir yazan kadınların sayısı neden bu kadar az?Yoo, çok var aslında. 70 milyonda şöyle on tane sıkı kadın şair var mı? Var. Bu sayı yeterli. Ben Türkiye’de yeterinden fazla şair olduğunu düşünüyorum. Bugün artık Batı’da bu kadar iyi şair yoktur.
Peki, en sevdiğiniz şair kim?Çok var. Ama kadın şairler (aslında, kadın şair demekten pek de hoşlanmıyor) dersek, en başta büyük ustam Gülten Akın var.
Belki de yanlızca o bile yeter o zaman size göre?E yani, yeter tabii, yeter ki okusunlar. Kaç kişi okuyor ki Gülten Hanım’ı? Şiir gibi kadın demeyi biliyorlar ama şiirin ne olduğunu ya da şairin şiirini bilmiyorlar. Mesele bu.
Bazıları da şiiri imkânsız ve gerçek dışı buluyor. Sözümona ciddiye almıyorlar şiiri. Başka dünyaları hayal bile etmek bile istemiyorlar. Sizce, sözcüklerle de olsa, bambaşka dünyaların oldurulma ihtimali korkutuyor olabilir mi insanları? Müthiş güvenlik duvarları (!) tehdit altına mı giriyor?Olabilir çünkü bence özellikle bugünün insanı son derece kıt bir dille ve neredeyse sıfırlanmış bir ”duyuş”la yaşıyor. Borges’in bir sözü vardır: ”Şiir, dili kaynağına döndürür,” der. Borges neyi kastetmişti bilmiyorum ama o kaynak bence duyuşun kendisi. Yani şiirin direkt işlevi, duyuşu harekete geçirmesidir. Burada duyuş sözcüğünün içine algıyı, kalbi, beyni, hissetmeyi, her şeyi katıyorum. Şiir bu alanda iş yapar. Bugünün insanının dili tamamen iletişim dili. 300, 500 teknolojik sözcükle iletişen ve konuşan insanlar halinde yaşıyoruz. Böyle bir dünyada siz diyorsunuz ki: ”Al sana şiir yazdım.” Şiir, yapısı gereği katmanlı bir şeydir. Bir şeyi anlatırken bir sürü yere çarparak anlatır. Dolayısıyla bir sözcük sizde en az 5 kere çınlar, ötekinde 15 yerde çınlar, ötekinde 500 yerde çınlayabilir. Bu sizin okur olarak kapasitenizle ilgili bir şeydir ama şiir yalın yazılsa dahi gündelik dilden son derece uzak bir noktadadır. Kaldı ki yalın yazabilmek en zor işlerden biridir. Dolayısıyla bugünün insanı bu dille yatıp kalktığı müddetçe şiire uzak duracak.
Kulağına uzun zamandır sesi çalınanlar,
Bir şekilde bu sesi taklit etmeye çalışırlar.
Benim yaptığım da bu.
İnsanın kendi varlığından hoşnut olarak yaşadığı,
Kendi varlığını haklı kıldığı ve kuşku yok ki, yeryüzü
Ile barışık yaşadığı ve mutlu olduğu bir zaman vardı.
Yoksa bizler bugün bu mutluluğun imgesi için bile
Bunca telef olmazdık. (Cinayet Kışı)
En son ne zaman mutlu oldunuz?Mutluluk bence çok anlık bir şey. Dolayısıyla biz şairler zaten mutluluğu filan yazmayız. Mutluluk süregen bir şey değildir. En son annemin balkonda ektiği sivri biberler ve domatesler çiçek verdiğinde mutlu olmuştum.
Şiir yazmak nasıl bir şey sizin için? Bizim yemek yememiz, güzel bir güne uyanmamız ya da birine kavuşmamız gibi bir şey mi? Neye benziyor?B.K.: Şiir yazmak benim için son derece kişisel bir serüven, benim bireysel serüvenim. Tabii aslında bir insan olarak bireysel serüveniniz ”ortak payda”ya dair bir şeyler söylüyorsa, her ne kadar bireysel olsa da, o başkalarına da dokunur. İşte asıl önemli olan bu.
”Sevgilim... bu dünyayı ben uydurdum
Desem, sonrasını diyemiyorum.” (Mektup, 20 Lak Tablet)
Dünyaya ayak uyduramayanlar için dünya uydurduğunuzu söyleyebilir miyiz?Şairlerin hepsinde var bu. Sadece bana özgü bir şey değil. Hiç kimse durup dururken şiir yazmaz. Bilakis, düzenle ilgili ve genel olarak bir rahatsızlığı olduğu için yazar. Yoksa, kendini dünyayla son derece barışık hisseden bir insanın şiir yazmasını beklemeyiz. Dolayısıyla cevabım evet.
Peki, dünyaya ayak uyduranlara sinir oluyor musunuz?Yoo, olmuyorum. Onlar son derece rahat ve tuzu kuru bir şekilde yaşayıp ölüyorlar işte.
Onlardan bir tanesi olmak ister miydiniz?Emin değilim. Bilmiyorum, bu çok uzun tartışılabilecek bir şey.
Sinir olmuyorsunuz yani?B.K.: Aslında tabii ki büyük bir kısmına sinir oluyorum. Özellikle dünyaya kötülük edenlere son derece sinir olurum ama hiçbir şeyin farkında olmayanlara ve dünyayla barışık yaşayanlara niye sinir olayım. O kişi, ne yapsanda bir şekilde dünyayla barışık... (Böyleleri konusunda umutsuz...)
Sözcükler mi, harfler mi?Sözcükler. Harflerle işim olmaz.
Şiirleriniz, ”benim için yazılmış” ın da ötesinde ”sanki bunu ben yazdım” hissi uyandırıyor. Bizimle yazıyorsunuz sanki. Nasıl oluyor bu?Biraz önce bahsettiğimiz ortak payda meselesi bu işte. Bunu bir iltifat olarak kabul ederim ben çünkü şiirin gücünü gösteren bir şey bu.
”Balkonunuz çok yüksek sizin baş döndürüyor.
Dünya pek alçak bir yer olacak yakında öyle görünüyor.” (Öteki, Y’ol)
Bu şiirde ”balkondakiler” ve ”aşağıdakiler”den oluşan bir düzen var. Peki şiir kime ait?Divan şiirini saymazsak eğer, bizim şiir tarihimiz sürekli olarak baş kaldıran ve düzene karşı çıkan bir yapıdadır. Dolayısıyla şair doğası gereği zaten düzene kafa tutar. Divan şiirini ayrı tutuyorum. Orada başka bir durum var. Onun dışında şiir hem kendisiyle, hem insanla, hem düzenle, yani her şeyle derdi olan insanın işidir. Şiir istese de elitist olamaz.
Yani balkondakilerin olamaz.Kesinlikle olamaz. Şiir en fazla balkondakilere taş atmaya çalışır.
-“Dutmuş, gürültüsüymüş otların gençlik,
Ve can eriği ve kirraz..
Kırklar mı? Saçılmış incir, yerli çekirge,
Muşmula gezegeni,
Bir ada vakti, bir tekdüze yazz.” (Monopoz, Ba)
Size Antalya 10. Altın Portakal Şiir Ödülü’nü kazandıran şiir kitabınız Ba’nın, ”Türk şiirinde kadınsılığın biyolojik doğasını yansıtması” açısından ilk kitap olarak nitelendirildiğini gördüm. Kırklı yaşlar bu kadar zor mu?(Gülüyor) Benim için zordu. 37 yaşımda hiç umulmadık ani bir menopozla karşılaştım. Daha kırk bile değildim. Ba o süreci anlatıyor işte. O durgunlaşmayı, durmayı, kalakalmayı, o şaşkınlığı, o hiç kıpırdamayan, dümdüz, göl gibi olan o hali anlatıyor. O yüzden, bedene dair çağrışımları var. Aslında yaşlanmak dışarıdan bakıldığı kadar zor bir şey değil bence. İlk yüzleşme anı, ilk bir iki yıl zordu tabii. Düşünsenize, başından beri hep sanki sizinle var olmuş olan, doğurmayı düşünseniz de düşünmeseniz de öyle bir yeteneğinizin bir şekilde olduğunu her ay size hatırlatan bir şey birden bitiyor ve bitmekle kalmıyor. O bir geçiş süreci ve o süreç sizi fiziksel olarak da ruhsal olarak da son derece zorluyor aslında.
Sizin gibi duran dünyayı sözcüklerle döndüren biri bu defa aynı sözcükleri dünyanın durduğunu anlatmak için kullanabiliyorsa, daha önce hiç korkmadığım kırklardan korktum ben.Bence korkmayın. Olacak olan olacaktır, yapılacak bir şey yok. (Hâlâ korkuyorum!)
Sizce günün en bıkkın saati hangisi?Benim için uyandığım saatler. Çünkü genellikle kötü uyuyorum ve uyandığımda genellikle yorgun olurum .Uyandıktan dört- beş saat sonrasında filan normal bir enerji seviyesine gelebiliyorum. Ters saatlerde ve zor uyuduğum için olur bu.
Nerede şiir yazarsınız?Yazdığım mekan çoğu zaman odamdır. Hangi evde yaşıyorsam, oradaki odamda yazarım. Fakat, şiir kendini o mekanın dışında yolda yazdırabilir. Bazen uykunuzdan uyanırken gelir bir dize. Bazen küçük defterlerim vardır, onlara notlar alırım. Bazen de oturur bilgisayarda yazarım.
Benim yazarım ya da romanım dediğiniz birisi ya da bir kitap var mı?Benim romanım dediğim bir kitap yok ama benim yazarım dediğim birisi var: Thomas Bernhard. Bana göre son derece massive-yoğun-doygun bir duyguyla ve dille yazıyor.
En algılayamadığımız şey hangisi? Özgürlük, aşk, demokrasi?Aşk klasman dışı burada. Aşkı hepimiz algılayabiliriz. Özgürlük ve demokrasi, insanlık tarihinin ürettiği iki zihni kavram. Aşk son derece kalbi bir şey. Onu hissediyoruz. Özgürlük sizin için neyse benim için o olmayabilir. Demokrasi, Antik Yunan’da farklı bir şeydi. Bugün farklı bir şey. Belki de iki yüz yıl sonra demokrasiden bambaşka bir şey anlıyor olacağız.
Siz şu anda kendinizi özgür hissediyor musunuz?İnsanın özgürlüğünü gerçekten hissettiği anlar var mıdır? Çok nadir. Özgürlük tıpkı mutluluk gibi anlıktır. Ama, bir hapishaneye konulmak... O, özgürlüğün ortadan tamamıyla kalktığı bir durumdur. Ben dışarıdaki herhangi bir insanın özgürlük duygusundan bahsediyorum. Biz yolda yürürken, simit yerken özgür olduğumuzu düşünür müyüz ya da özgürlükle ilgili herhangi bir duygumuz olur mu? Olmaz. O zaten orada kendiliğinden vardır. Kendiliğinden varolan bir şeyi değil, bizi rahatsız eden şeyleri sorgularız.
Ne rahatsız eder sizi?Alıp içeriye konulursanız, özgürlüğü o zaman anlarsınız. Kapatıldığınızda anlarsınız.
Şiir, aşk şiiri de olsa ideolojik midir?Aşk da bir ideoloji biçimidir. Aşkın da bir ideoliji olduğunu düşünüyorum ben.
Marx mı, Hegel mi?Hegel.
Simone de Beauvoir mı, Judith Butler mı?Simone de Beauvoir.
Yalnızken mi, aşıkken mi daha çok yazarsınız?Aşıkken aşk yaşanır, ayrıldıktan sonra yazılır. Daha önce de söylediğim gibi, biz şairler mutluluğumuzdan çok fazla bahsetmeyiz.
Aşıkken şiirle işim olmaz mı diyorsunuz yani?Yok, işim olur belki ama daha az. Aşıkken güzelleme yazmak zorunda kalırım. Cemal Süreya söylerdi, “Mutluyken insan neyi yazsın ki?” Bugün kalktım mutluyum, yarın mutluyum, ee sonra? Mutluluktan uzun uzun söz edemezsin. Mutluyum, nokta.
Susmak mı, unutmak mı?Susmak.
Yeryüzünün en güzel hali hangisi?İnsan elinin değmediği bütün halleri güzel.
En sevdiğiniz şehir?Bütün çirkinliklerine rağmen İstanbul’u çok seviyorum. Uçağa binemediğimden çok kolay yolculuk edemeyen biriyim. O yüzden çok fazla şehir görmüş değilim. En son 1998’de Almanya’ya gittim. O seyahatin ardından bir daha uçağa binmemeye karar verdim. Fotoğrafa merakım var. Dolayısıyla fotoğraflar yoluyla bir sürü şehri gezmiş sayarım kendimi. Mesela Venedik’e hiç gitmedim ama Venedik’in yüzlerce fotoğrafını gördüm. Şiirden sonra en çok sevdiğim şeylerden birisi fotoğraf. Amatör olarak kendi kendimi tatmin etmek için çekiyorum da. Kütüphanemin bir bölümü fotoğraf kitaplarıyla doludur. Şiir ve fotoğraf kitaplarım hakikaten özeldir.
En çok hangi fotoğrafçıyı seviyorsunuz?Josef Koudelka, Ara Güler, Arif Aşçı.
Niye az okunuyor şiir? Roman niye hep daha ön planda?B.K.: Bence roman, özellikle son beş on yıldır giderek yükselen bir trend. Aslında, biraz daha fazla moda olursa roman diye bir şey kalmayacağına inanıyorum ben. Çünkü bu kadar moda olduğunda, yazarları da tehlikeye atıyor. Bu denli okur kaygısı güden, okuru sırtında taşıyan hiçbir yazar, bence gerçekten yazmak istediği şeyi yazamaz. Bu dünyaya bir kere daha bir Proust gelir mi?
Zor.Proust gibi yazabilir bir adam olmadığı için mi? Hayır, düzen bu olduğu için. Bu düzen Proust’lar, Dostoyevski’ler çıkartamaz.
Peki şiir ne olacak?Türkçenin kendi imkânlarını sürekli genişletebilen, çok iyi bir şiir dili olduğuna inanıyorum. Dolayısıyla, özellikle son 100- 150 yıla baktığımız zaman, yaratabildiğimiz en bütünlüklü, en son değerin aslında şiir olduğunu düşünüyorum. Yani mesela ben size bir çırpıda 25 tane şahane şair sayabilirim. Siz bana 25 tane şahane mimar sayamazsınız. 25 tane iyi yönetmen, siyasetçi sayamazsınız (Ona ne şüphe!) Ne yaratmışız son 100-150 yılda? Şahane şehirler mi inşa ettik? Müthiş bir roman sanatı mı icra ettik? Müthiş bir sinemamız mı var? İşte bu yüzden şiirin, yaratabildiğimiz en bütünlüklü değer olduğunu düşünüyorum. Şiir her zaman romana göre daha az okunur. Şiir okuru roman okuruna göre her zaman daha özel bir okur olmak zorundadır.
Bir moda ve kadın dergisinde şiir olmalı mı sizce?Bazı gazeteler şiir köşesi yapar. İnsanlar oradaki şiirlerin şiir olduğunu sanır. O tarz şeylere karşıyım. Ama özel durumlarda, özel günlerde olabilir. Bir sayınızı şiirlere ayırabilir misiniz?
Neden olmasın? Şiirlerle moda çekimi dahi yapılabilir, inanın.
Mesela bu söyleşiye bir iki tane şiir koyarsınız olur. (Gülüyor)“Sen cenevizli bir denizcisindir, hikâyeye göre,
uzun düz saçlı şairlerin dizelerine girmeyen.
...varsayımlar, yoksayımlar ve galata kulesi, geçmiş sevdalarına gömülen prensesin
dışa bükülen dudaklarında reddin gramersiz sesi...
... Ve prenses çağıran ve reddeden saçlarını bir
güz çöpçüsüne bıraktı. Ve hiçbir dokunuşa uzamadı saçları
bir daha... Hikâyeye taksimetreli yolculuklar karıştı...
(Yarısından Sonrası Gri Olan Koridor, Delilirikler)
Bu şiirin bir kadın ve moda dergisine ne kadar uygun ve ne kadar ”stil” bir şiir olduğunun farkında mısınız acaba?Çok eski bir şiir o.
Kısa saçlı prenses olur mu?Olur tabi, neden olmasın?
Saçlarınız kısaydı, uzatıyor musunuz?Yaz sebebiyle çok fazla sokağa çıkmadığımdan berbere de gitmedim, o yüzden uzun.
”Şair gömleği”niz var mı sizin?Ben beyaz gömleği çok seviyorum. Geniş bir beyaz gömlek koleksiyonum var.
Şair gömleğiniz yok mu peki? (Eğer yoksa, ben ” şair gömleği” kavramına veda ediyorum, haberiniz olsun!)Şair gömleği bir mecaz herhalde.
Hayır, değil.Bol, dökümlü kumaştan, yakası ve manşetleri bağcıklı gömleklere şair gömleği diyoruz.Kol manşetleri bağcıklı gömleğim yok. (Bir kaç saniye duruyor) Ama bir dakika, yakası bağcıklı gömleğim var. Hatta bağcıkları çıkardım. Ama ben onu ”korsan gömleği” diye biliyorum.
Evet, aynen öyle. Ona şair gömleği de diyoruz. (Evet sevgili okuyucular, ”şair gömleği” diye bir şey kesinlikle var. Üstelik onu asıl sahipleri şairler de giyiyorlar, bazen korsanlarla pişti olsalar da önemi yok.)Aslında benim şair gömleğim beyaz gömlek. Renklerle aram pek yoktur. Genellikle siyah ve beyaz giyerim.
Şal mı, şapka mı?Şapka.
Yelek mi, ceket mi?(Kararlılıkla) Ceket.
Peki, ben şair stili diye bir konu yapıyor olsam ve gelip size sorsam ne dersiniz?Valla şairine göre değişir. Mesela benim stilimle Gülten Akın’ınki muhtemelen birbirine yakın değildir. Renk sevmem. Jean pantolon, beyaz gömlek severim. Siyah bir şey giyiyorsam, siyah ayakkabıyı seviyorum. Çok ciddi görünmeyi sevmem. O ciddiliği herhangi bir parçayla kırmayı seçerim. Ceket giyeceksem, içine gömlek değil, tişört giymeyi tercih ederim. Casual bir tarzım var yani.
Bach mı, Nick Cave mi?Nick Cave. (Duraksıyor.) Bir dakika. Bu soruya Leonard Cohen cevabını vermek istiyorum. Ama Nick Cave’e de haksızlık olmasın.
En şairane şarkı hangisi?Cohen, Nick Cave ve Bob Dylan hem şarkıcı hem şairdir. Bizim böyle kendi söyleyip, sıkı sözler yazan ne bir grubumuz, ne de şarkıcımız var. Pop’ta en sıkı Sezen Aksu’dur. O da çok şiir okuduğu içindir herhalde. Şairlerin şiirlerini de besteliyor zaten.
Ne yersiniz? Yemek yapar mısınız?Güzel salata, makarna , balık ve sebze çorbaları yaparım. Çorba bana şefkatli gelir. İyi bir aşçı olduğum söylenemez çünkü nadiren yemek yaparım ama yaptığımda lezzetli olur. Balık çorbası konusunda çok iddialıyım.
Çok acıktığınızda dışarı çıkıp ne yersiniz?Köfte yerim.
Nerede?Sultanahmet Köftecisi’ni severim. Bizim Kırklareli köftesi de güzeldir.
Sardunya mı, gül mü?Sardunya.
Bozcaada mı, Büyükada mı?Bozcaada.
Bilge Karasu’nun Gece’si mi, Göçmüş Kediler Bahçesi mi?Göçmüş Kediler Bahçesi.
Swan’ların Tarafı mı, Guermantes Tarafı mı?Swan’ların Tarafı hariç tüm Proust kitaplarını 50 yaşımdan sonraya bıraktım. Ama belki de 50’yi beklemez, okumaya başlarım. O yüzden mecburen
Swan’ların Tarafı.
Çehov mu, Katherine Mansfield mı?Çehov.
Lale Müldür mü, Ahmet Güntan mı?İkisi de.
Yıldırım Türker’in Cumartesi yazıları mı, Pazartesi yazıları mı?İkisi de ama Yıldırım daha ağır basar.
Nietzche mi, Heidegger mi?Nietzcshe.
Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda’sı mı, Orlando’su mu?İkisi de.
Size dünyada tek bir şiir yazma hakkı verilse... Bu şiirin dünyadaki tüm dillere çevrileceği ve herkes tarafından okunacağı, okuyamayanlara da okunacağı söylense, ne hakkında olurdu?Çok zor bir soru bu... (Uzun uzun düşünüyor...) Herhalde bir insanın bir insana yaptığı kötülükleri yapmaması için, ”iyilik” hakkında yazardım...
”İnsan kadife bir hatıradan başka nedir ki? Geçmiş: üstümüzü her gece onunla örttüğümüz... uykuların derininde kor yankılarına düşer gibi olduğumuz ve sonra unuttuğumuz. Dağın doruğu ile dağın derini arasındaki mesafeden başka nedir ki insan: derininde kor tutmuş haller, doruğunda ıssızlık bilgisi... Güne ait sesler çoğaldığında hatıranın kendisi de kokusu da bilgisi de silikleşecek... Ve insan sabahın nemi kadar sessiz olmayı isteyecek.”
Sayılı saatler çabuk geçiyor ve ”şair ağırlaması” sona eriyor. Şairler ve şiirler kafalarda da hep buradaki gibi ağırlansa... diye düşünüyorum ve şiirinden hiç ayrılmadığım Birhan Keskin’den zor da olsa ayrılıyorum. Kararlıyım. Bu bir kaç saatin ardından bir süre sessiz kalmayı seçiyorum.