|
Metis'e Dair
|
|
Metis Yayınları 1982 yılında kuruldu. Üniversite yıllarında dönemin sosyal
muhalefet hareketlerinin içinde yer almış Sol görüşlü 5-6 üniversiteli
genç, kendi kişilikleri ile eğitimini aldıkları meslekleri arasında
ilişki kuramayıp kültürel ve siyasi bir odak olarak Metis yayınevini
kurdular. Araştırmayı, doğru bildiklerini sorgulamayı, tartışmayı,
öğrenmeyi sürdürmeyi amaçlamışlardı. Bu ilk ekipte yer alanların bir
kısmı daha sonra mesleklerine ve diğer ilgilerine yöneldiler.
1987 yılına kadar sadece edebiyat dışı kitaplarla ilgilenen yayınevi, bu
tarihten sonra Türkçe ve çeviri edebiyat ürünleri de yayınlamaya
başladı. Zaman içinde çeşitlenen kitaplar farklı dizilerde kümelendi.
Aşağıda 1982-2004 yılları içinde yayınevinin kitap, yayıncılık, okuma,
eleştiri düşünce ve ifade özgürlüğü temaları etrafında topluma kendini
ifade aracı olarak gördüğü çeşitli kampanyaları hakkında bilgiler var.
Metis’i en iyi bu kampanyaların anlattığını düşünüyoruz.
|
|
1982 Yaşasın Kitap
Yayınevinin ilk faaliyet yılları 12 Eylül askeri darbesinin de ilk yıllarıydı.
Darbe ve onu takip eden rejim tam anlamıyla düşünce ve kültür düşmanı
bir iklim yaratmıştı. Rejim eline geçirdiği muhaliflerini "herkese ibret
olsun" diye kendi televizyonunda gösteriyordu. Gösterirken de
silahların yanında kitaplar da sergileniyordu. Kitap bir suç aleti ilan
edilmişti. Bu koşullarda asıl işimizin kitapları suç sayan zihniyetle
mücadele etmek, kitapları ve kitap okumayı suç olmaktan çıkarmak
olduğunu düşündük. "Yaşasın Devrim" diye sokaklara dökülmüş bir kuşaktan
geliyorduk ve birden içimizden çıkıveren "Yaşasın Kitap" lafı, ruh
halimizi çok iyi anlatıyordu: Hem ezikliğimizi silip başımızı dik
tutabilmemizi, o kasvetli, bunaltıcı havayı dağıtabilmemizi sağlıyordu,
hem bizi kendi geçmişimize bağlıyordu, hem de kitaplardan medet
umduğumuzu gösteriyordu. Gerçekten de kelimenin tam anlamıyla
kitaplardan medet umuyorduk. Öğrenmek, doğru bildiğimiz şeyleri
sorgulamak, kendi hatalarımızla yüzleşebilmek, ve bu niyetle kitap
okumak için bir iştah çıkmıştı ortaya ve "Yaşasın Kitap" bunu çok iyi
ifade ediyordu. Daha sonra da uzun yıllar bu sloganı kullandık. Başka
yayıncılar da kullandı ve giderek daha geniş bir çevreye maloldu.
|
|
1985-86 Kitabı Geri Getirelim
Burada anlattıklarımızın, okurlarımız tarafından "küçük bir dayanışmanın
tarihi" olarak okunmasını isteriz. Bu önemli, çünkü anlattığımız
olgular, insanlar ve kurumlar arasındaki iletişimi ve işbirliğini (çoğu
zaman küçük olan) farklılıkları kullanarak sekteye uğratan, tahrip eden,
"üzüm yemekten ziyade bağcı dövmeyi" telkin eden egemen ideolojiyi boşa
çıkaran sivil girişim örnekleridir.
1980’den önce yayıncılar, o günlerin Türkiyesi’nin olanakları içinde de olsa,
beklentisi belli bir okura, kurulu ve işleyen iletim mekanizmaları
aracılığıyla seslenme olanağına sahiptiler. Oysa 12 Eylül darbesi,
toplumun başka alanlarında olduğu gibi, kitapçılıkta da büyük bir
tahribat yapmıştı. 1980 sonrasında yayıncılığa başlayanların karşısında
çok hazin bir tablo vardı. Ne hazır bir okurdan söz edilebilirdi, ne de
işleyen bir dağıtımcı/kitapçı kanalından. Okur ürkütülmüş, sindirilmiş
ya da sadece ilgisini yitirerek bezmiş durumdaydı. Televizyon ve basında
kitabın tekrar tekrar suç unsuru olarak vurgulanması, hakim ideolojinin
artık "kendi başının çaresine bakma zamanı olduğunu" vazedip durması,
genel bir durgunluğa yol açmıştı. Aynı şekilde sindirilmiş olan ve
kendilerini tehdit altında hisseden kitapçılar da kırtasiye/oyuncakçı'ya
dönüşüyorlardı. Bu durumda yayıncıları bekleyen, bir meslek dalı olarak
varlıklarını koruma/sürdürme olanağını yaratmak, okur/dağıtımcı/kitapçı
üçgeninin her birine ayrı ayrı seslenerek sektörün canlanmasını
sağlamaya çalışmaktı.
İşte "Bab-ı Âli'de hiç olmayacağı iddia
edilen" yayınevleri dayanışması bu ortamda, ağırlıklı olarak yayıncılığa
1980 sonrasında başlamış, işlerini salt ticaretten çok bir iletişim
aracı, kendini ifade biçimi olarak gören yayıncılar arasında başladı.
İlk girişim 1985 yılında on altı yayınevinin (Akıntıya Karşı, 4 Eylül,
Hil, İmge, İnsan, Kadın Çevresi, Kaynak, Metis, Nisan, Öncü, Sokak,
Sorun, Sungur, Toros, Yazın, Yol) başlattığı "Kitabı Geri Getirelim"
kampanyası oldu. Kampanyanın bir ucu, basının desteklemek amacıyla
ücretsiz bastığı ve "Zamanıdır eski sorulara yeni yanıtlar aramanın",
"Dünya yasaklarla dolu. Bir de biz kendimize kitabı yasaklamayalım",
"Gün gelecek kimse 'utanmayacak' okuduğu kitaptan... O günlere
hazırlanalım. Bir ütopyayı gerçek kılalım" gibi mesajlar içeren ortak
imzalı ilanlardı. İlanların metin yazarlığı, şimdi polisiye yazarı
olarak tanıdığınız Celil Oker tarafından yapılmıştı. Yayıncılar ayrıca
ortak bir katalog basarak bunu ülkenin dört bir yanındaki 200 kadar
kitapçıya yolladılar ve onlarla bir diyalog başlatmaya, onları
desteklemeye hazır olduklarını bildirdiler.
Oğlak Dönencesi’nin Yasaklanmasına Karşı
İkinci kez yayıncıları harekete geçiren, Can Yayınları'nın bastığı, Fatma
Aylin Sağtür'ün çevirdiği Henry Miller'ın Oğlak Dönencesi adlı kitabının
yasaklanması oldu. Birinci basımı 1985 yılında yapılan kitap hakkında
19.2.1986 tarihinde TCK 426'ya dayanarak dava açılmış, 22.3.1988
tarihinde 1986/114 Esas, 1988/123 Karar sayısıyla sanıklara 426'dan
ceza, kitaba da 427'den zoralım ve imha kararı çıkmıştı.
Yayıncılarınen çok dikkatini çeken, kitabın yasaklanma gerekçesi oldu. Kitap,
TCK'nın 426. maddesine göre müstehcen nitelikte bulunmuştu. Oysa bu
kanunun altıncı maddesine göre, "Fikri, içtimai ve bedii kıymeti haiz
olan eserler bu kanunun şümulünden hariç" tutuluyordu. Mahkemenin,
Başbakanlık Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu Başkanlığı
Bilirkişi Raporu'nun "Objektif ölçülere örf ve adetlere bağlılığı, bilgi
ve kültürü orta seviyedeki kişilere göre yapılan değerlendirmede
kitabın, halkın ar ve haya duygularını inciten, cinsi arzuları tahrik ve
istismar eder nitelikte genel ahlaka aykırı bulunduğu, sanat eseri
mahiyeti taşımadığı (a.b.ç)" yolundaki yorumuna dayanarak verdiği karar,
Henry Miller'ın kitabının "sanat eseri olmadığı"nı da saptamış
oluyordu.
Henry Miller'ın dünyaca tanınmış, saygın bir yazar
olması bir yana, bir kitabın sanat eseri olup olmadığını saptama
hakkının mahkemede değil, okurda olduğunu savunan yayıncılar, bu kararın
bir de "kitap imhası" ile sonuçlanması üzerine sessiz kalamayacaklarına
karar verdiler. Toplam 99 yayıncıyla yapılan görüşmelerden sonra,
yayıncılardan 60'ı genelde şu iki gerekçeyle bu konuda ses çıkarmayı
reddettiler: 1) Mahkemelere düşme korkusu; 2) Şimdiye kadar Türkiye'de
onca kitabın imhasına sessiz kalınmışken, şimdi bu kitaba ses çıkarmanın
bir gerekçesini göremeyişleri. İşin ilginci, yayıncıları temsil ettiği
iddiasında olan, üstelik toplatılan kitabın yayıncısının da üyesi
bulunduğu Yayıncılar Birliği'nin (Yay-Bir) bu konunun üstüne gitmeyi ve
kitabın yeniden basımında yer almayı reddetmesi oldu. Bu imhaya itirazı
olan 39 yayıncıysa, "Korku ancak yeni korkma olasılıkları doğurur," ve
"Şimdiye kadar susmuş olma ayıbı hepimizin, ama bu şimdi bir kez daha
susmanın gerekçesi olamaz" görüşüyle, kitaba sahip çıkma kararı aldılar.
Kitabı tekrar basmaya, ama tekrar toplatılmasına engel olmak amacıyla,
kanunun kendilerine tanıdığı bir haktan yararlanarak, Oğlak
Dönencesi'nin Muzır Kurulu Raporu'nda ve Savcılık iddianamesinde
yasaklama gerekçesi olarak belirtilen yerlerini çıkartıp, başına bu
raporu ve savunmayla kararı eklemeyi kararlaştırdılar. Böylece kitabın
bütünü, ekleriyle, "mahkeme serüveni"yle birlikte ve biraz "parçalanmış"
halde, arkasında "Kitaptan Korkulmayan Bir Dünya İçin" ibaresiyle 39
yayınevi tarafından (Ada, Adam, Afa, Amaç, Ayrıntı, BDS, BFS, Birey ve
Toplum, Boyut, Çaba, Çınar, De, Dost, El, Eleştiri, Gür, Habora, Hil,
Hüryüz, İletişim, İnter, Kalem, Kaynak, Kavram, Kıyı, Kuzey, Metis,
Nisan, Oda, Öykü, Pan, Savaş, Söylem, Teori, Toros, V, Yaprak, Yazın,
Yön), 10.5.1988 tarihinde yeniden basıldı ve aynı gün, 1. Sulh Ceza
Hakimliği'nin 1988/71 no.lu kararıyla toplatıldı. Yayıncıların toplatma
kararına itirazları da 2. Asliye'nin 1988/24 D. İş kararıyla reddedildi.
İstanbul Cumhuriyet Savcısı Aytaç Tolay, 1988/31 Hazırlık, 1989/133
Esas, 1989/57 İddia numarasıyla İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesi'ne TCK
426/1 ve 427/son'dan dava açtı, ayrıca TCK 119'un da uygulanmasını
istedi. Kısacası müstehcen nitelikli kitap yayınlama suçuyla açılan bu
davada, yayıncıları 25 avukat gönüllü olarak savundular. Yerli ve
yabancı basının ilgisini çeken davada sanıklar genel olarak kitap
yasaklamalarına karşı olduklarını, bunu bir insanlık suçu saydıklarını,
kitabı yeniden basarken bunu protesto etme gayesi taşıdıklarını
belirttiler; ayrıca Henry Miller'ın kitabının bir edebiyat eseri olması
nedeniyle, Muzır Kurulu'nun kapsamına zaten giremeyeceğini söylediler.
Ayrıca, kitapta müstehcen bulunan bölümler sadece Muzır Kurulu
Raporu'nda geçtiği için, aleyhte verilecek karar bu raporun müstehcen
olduğunu belirtmiş olacaktı! 26.5.1989 tarihinde başlayan duruşmalar,
henüz sanıklarının tümünün ifadesi alınmadan, 4. duruşmada beraatle
sonuçlandı. 1989/155 Esas, 1989/230 Karar no.lu 26.9.1989 tarihli beraat
kararında, "... yasalarımıza göre karara bağlanmış davalarda verilen
karar örnekleri, bilirkişi raporları ve iddianame örneklerinin
yayınlanmasında herhangi bir suçun oluşmaması karşısında müstehcenlik
hususlarının çıkarılmak suretiyle bu belgelerin eklenmesi ile meydana
getirilen kitapda sanıkların üzerlerine atılı bulunan ... suçun yasal
unsurlarının oluşmadığı" söyleniyordu. Mücadelemiz tutmuştu, biz
kazanmıştık...
Kara Kitap
İçinde varoldukları ve çalıştıkları ortamı "soluk alınabilir" bir ortam kılma yolunda
üzerlerine düşen sorumluluğu yerine getirmeye hazır olan yayıncıların
üçüncü ortak girişimi, 1 Ağustos Genelgesi'nin yol açtığı Eskişehir ve
Aydın Cezaevleri açlık grevlerinin öyküsünü anlatan, Gaye Boralıoğlu ve
Ayşegül Devecioğlu'nun hazırladıkları "Kara Kitap"ı basmak oldu. Bu kez
20 yayıncı (Afa, Alan-Belge, Amaç, Arkadaş, Ayrıntı, BDS, Boyut, Can,
Çınar, Eleştiri, Gerçek, Habora, İletişim, İnter, Kavram, Metis, Nisan,
Patika, Pencere, Sorun) demokrasi mücadelesinin bir parçası olduğunu
düşündükleri bu açlık grevleri ile ilgili kitabı basma gerekçelerini
"... Uzun bir soluğu gerektiren bu mücadeleye küçük bir katkısı olması
amacıyla ve toplumumuzdaki hakim belleksizliğe bir uyarı olması
umuduyla" diye açıklıyorlardı.
Okuru canlandırmaktan kitapçıları desteklemeye,
kitabı düşmanca saldırılardan korumaktan genel bir
demokrasi mücadelesi vermeye kadar her alanda sorumluluk almak,
ülkemizdeki yayıncıların varlıklarını koruyabilmesinin tek koşulu... Bu
yüzden de bu tür dayanışmaların daha çok görüleceğini söylemek pek
yanlış olmaz.
|
|
1989 Kitabın Keyfi Başkadır
Koltuğuna
gömülmüş kitap okuyan karga resmini Mehmet Ulusel çizdi. "Kitabın Keyfi
Başkadır" cümlesiyle, bir yandan okumanın seyretmekten, konuşmaktan,
vb. insan etkinliklerinden farklı bir zevk kaynağı olduğunu, diğer
yandan da bir görev, zorunluluk, ya da yük değil, bir haz kaynağı
olduğunu vurgulamak istedik.
Bugün de buna inanıyoruz. Kişisel
haz ile ilişkisi olmayan, yani okuyan kişi için haz üretmeyen hiçbir
gerçek okuma olamaz. Okunan şey bir çizgi roman da olsa, ders kitabından
bir pasaj da olsa, gerçek bir okuma ancak okuyanın zevk alarak
okuduğuyla buluşmasıyla mümkündür.
Bunu şöyle de ifade debiliriz:
Pek çok siyasinin, eğitimcinin ve aydının zannettiklerinin ve
vazettiklerinin aksine "otomatik aydınlanma" yoktur. Otomatiğe takarak
bilgilenmek ya da bilgilendirmek mümkün değildir. Bilgi bir sürahiden,
boş olan başka bir sürahiye boşaltılan su gibi birşey değildir. Bilgi
her zaman psikolojik ve etik süreçlerle birlikte yürüyen bir şeydir –
hem bireysel anlamda hem toplumsal anlamda. Dahası kitaplar, balıkyağı
ya da ilaç gibi vücuda yararlı olacak diye içilecek şeyler değildir.
Kitaplarla ancak keyif alarak ilişki kurulabilir.
Bu resim ve
slogan çeşitli yıllarda kitap ayraçlarında ve takvimlerde kullanıldı.
İlk kullanımlarında okuyan karganın yanındaki sehpada kahve –tabii
tercihe göre çay da olabilir– fincanının yanında, içinde sigara tüten
bir küllük de vardı. Günün birinde kütüphaneci bir okurumuz, yılbaşı
akşamında bile kitap okuyan Metis kargasını çok sevdiğini, ama sigara
içmesini, gençliğe yapılan kötü bir telkin saydığını söyleyerek
eleştirdi. Biz de hak verdik – 1997’deki kullanımında kül tablasını
kaldırdık.
|
|
1991 Ki-tap o-ku-yor (Katya kitap okuyor)
Bu kampanya, Metis’in okumaya yaklaşımını ifade edebilmek için
hazırlanmıştı. Posterde kullanılan resim Balthus’un ve "Katya Okuyor"
adını taşıyor. Tasarım ise yayınevinin editörlerinden Semih Sökmen’e
ait. Balthus’un bu güzel resmi okurlarımızdan büyük ilgi gördü. Posterin
yazı kısmını keserek kullananlar olduğu gibi, birçok kişi de "Kitap
Okuyor" cümlesini neden hecelettiğimizi merak etti ki, amaçlanan da
zaten buydu.
Kitap Okuyor— yani bunu yapmayı tercih etmiş.
Kitap okumak, son derece kişisel, bireysel bir tercih meselesidir.
İnsan kendi kendisiyle, yalnız kalabilmelidir ki okuyabilsin. Yani
herşeyden önce, gündelik hayatının bir parçasında kişinin yalnız
kalabilme cesaretini gösterebilmesi lazım ki okuyabilsin. Okumamaya
gösterilen ilk gerekçelerden biri olan vakitsizlik bununla yakından
ilişkili. Kanlı canlı hayata dönmek, insanların arasına katılmak,
gevezelik etmek, konuşmak, izlemek, seyretmek varken niye yalnız kalalım
ki?
Ama öyle görünüyor ki, bunu tercih ve zevk edinen kitleler
değilse de bireyler var. Bu yüzdendir ki Metis’te kitap yayınlarken hep
şahsa, bireye seslenmeyi tercih ettik.
Kitap Okuyor— o okuyor.
Kitap okuyan hep üçüncü şahıstır. Okumayan bizler karşısında okuyan
birey, tek başınadır, yalnızdır, bizden farklıdır, aykırıdır, ve ne
tuhaf, kendi kendine de eğlenebilmekte, yaptığı bu tuhaf işten haz bile
duymaktadır. Okuyan —dünyanın her yerinde öyledir ama Türkiye’de iyice
öyledir— hep üçüncü şahıstır.
Kitap Okuyor— ki – tap o – ku – yor.
Okumayı öğrendiğiniz çocukluk günlerini hatırlayın. Harflere,
işaretlere ve bunlarla anlam arasındaki ilişkilere şaştığınız zamanları
hatırlayın. Yetişkinleştikçe ve daha fazla okudukça giderek okunanlar
şaşırtıcılıklarını kaybederler. Yazı bir tür teknolojidir, okudukça bir
teknik öğrenmiş oluruz – aynı kulağımızın müziğe alışması gibi, sonra
müzikal türlere alışması gibi…
Bu süreçte hem kazanırız hem
kaybederiz. Çünkü yavaş yavaş okuduklarımızı sorgulamamaya başlarız.
Yazı karşısında bir tür yorgunluk duymaya , otomatik okumaya başlarız.
Ama yine de ara sıra geçmişte bir yerlerde kaybettiğimiz o çocuk
gözlerimizi bize tekrar geri getiren metinlerle karşılaşacağızdır. İşte
okumanın asıl keyfi, herhangi bir kitabın bizi böyle tekrar şaşırtabilme
kabiliyetinde yatar.
|
|
1992 Aa! Kitap Okuyor
"Ki–tap o–ku–yor" kampanyamızın devamı niteliğindeki posteri Latif Demirci
yaptı. Kitap okuyanın "özel bir tür olduğunu" vurgulamak için Latif’le
birlikte kendi kendimize şu soruyu sorabiliriz: Bir Türk sabahtan akşama
kadar ne yapar? (Tabii Türk’ün yerine gönül rahatlığıyla "Kürt" de
diyebilirsiniz) Ödev yapar, kavga eder, Avrupa Birliğine girer, askere
gider, okey oynar, makyaj yapar, dedikodu yapar, kabul günü yapar,
kadınları rahatsız eder, oyuncaklarını kırar, top oynar, televizyon
seyreder, çamaşır bulaşık yıkar, canını sıkar, içki içer, para kazanır,
kazanmaya çalışır, ölmeyi bekler.
Yanlış anlaşılmak istemeyiz. Okumak bir zorunluluk değildir.
Okumayanları hor görüyor da değiliz. İnsan pekala okumadan da gül gibi yaşayıp gidebilir.
Bizim söylemek istediğimiz bütün bunlardan çok sıkıldıysanız, kitapların önünüze başka
bir dünya açabilecek olduğudur.
|
|
1993 Elimizde Düşlerimizden Başka Ne Kaldı ki?
Moralimizin hayli bozuk olduğu bir zaman olsa gerek. Fazla kırık, bezgin ve kaçak.
Beklentilerimizin, umutlarımızın tam tersi yöndeki toplumsal gelişmeler
karşısında şaşkınız. Tabii daha sonra bol bol şaşırmaya devam edeceğiz,
ama belki de ilk kez böyle ağır duyuyoruz. Bu duygular içinde
tavanarasındaki odasında okuyan ve okuduklarından çok etkilenen Don
Kişot dikkatimizi çekiyor. Okumanın fantastik yanını, hayallerimizle
ilişkisini vurgulamak istiyoruz. Kitapların düşlerimiz gibi dünyalar
yaratabileceğini, o dünyaların tek sahibinin biz olduğunu, kitaplarla
ferahlayabileceğimizi söylemek istiyoruz.
O yılın kataloğunda Bilge Karasu, Murathan Mungan, Latife Tekin ve Juan
Goytisolo’dan okuma üzerine pasajlar var. Şunları anlatıyorlar:
Murathan Mungan
Hiçbir işim olmasaydı, yazar da olmasaydım, tek işim kitap okumak olsaydı,
hayatımı kitap okuyarak kazansaydım, bunun için maaş bağlasalardı bana
ve elime çok iyi para geçseydi,
yanı sıra hiçbir yükümlülüğüm
olmasaydı, yalnızca canımın çektiği kitapları, merak ettiğim yazarları,
ilgilendiğim konularda yazılanları okusaydım,
günümün büyük bölümü yazmakla, ya da "yazar okuması" diye adlandırabileceğim, yazmakta
olduğum şeyle ilgili kimi kaynak kitapları okumakla geçiyor; bu tür
okumalar her zaman keyif verici olmadığı gibi, zevk almasam da sürdürmek
zorunda kalıyorum; tabii bunlar da olmasa, paşa gönlümün istemediği
hiçbir şeyi yapmak zorunda kalmasam,
"Mesleğinizi seviyor musunuz?" diye soran gazetecileri, "Aa, tabii, çok çok seviyorum,
dünyaya bin kere gelecek olsam gene aynı işi yapmak isterdim," diye
yanıtlasam,
beni her yıl düzenlenen dünyanın belli başlı bütün kitap fuarlarına gönderseler,
böylelikle her çıkan yeni kitabı görsem,
dünyanın büyük kentlerinin bütün eski kitapçılarını, yüzyıllık sahaflarını
gezsem, sevdiğim yazarların ilk baskılarını toplasam,
en eski, en değerli el yazmalarını incelemem için dikkatime sunsalar,
kitap yapımında kullanılan bütün kâğıt çeşitlerini görsem, dokunsam,
kitap kapakları, tasarımları yapan grafikerlerin uluslararası oturumlarına gözlemci olarak katılsam,
dünyanın belli başlı en büyük kitabevlerinden, en kenarda kıyıda kalmış, küçük
ama özel yayınevlerine kadar bütün önemli kuruluşlar beni yeni dönem
programları konusunda bilgilendirseler,
en uzak, en küçük ülkelerin yayıncılık hayatından da, yeni yazarlarından da anında
haberdar olabileceğim bir iletişim ağı kurulsa,
kitapların birçoğunu kendi yazıldıkları dilde okuyacak kadar çok dil bilsem,
joyce'u ingilizcesinden, genet'yi fransızcasından, dostoyevski'yi
rusçasından, marquez'i ispanyolcasından, brecht'i almancasından, eco'yu
italyancasından, pessoa'yı portekizcesinden, mişima'yı japoncasından
okuyabilsem, fena mı olur?
Sofokles, İbsen, Horatius, Hayyam,
Farabi, Shakespeare, Tagore, Knut Hamsun, Mahabbarata, Avesta,
Nibelungen, Nietzsche, Kierkegaard, Tarjei Vesaas, İbni Haldun, Molière,
Danilo Kiş, Borges, Konfüçyüs, Çiçero, Tolstoy, bütün bunları kendi
dillerinde, dönemlerinin dillerinde okuyabilsem,
Commedia dell'arte oyunları, binbir gece masallarının arapçası, incilin
aramicesi, ipek kâğıtlara yazılan on birinci yüzyıl haikuları, süryanca
dualar, sümer yazıtları, çivi yazısı, mühürlerde ve paralarda gömülü
bütün sözcükler, lahitlerde ve alınlıklardaki saklı sözler, afrika
maskelerinin gizli ve kutsal işaretleri, simli el yazmaları, ceylan
derisine yazılmış kitaplar, pehlevice masallar, mayaların gün
işaretleri, azteklerin simgeleri, hepsi hepsi gözlerimin önünde
sırlarını bir bir açsalar,
hitit kraliçesi puduhepa'nın
rüyalarını yazdırdığı kil tabletleri okuyabilsem, medce türkü
söyleyebilsem, kelt dilinde şiirler, aşk ve rüzgâr sözcükleri bilsem,
uygurca rüya görsem, latince ilahiler okusam, platon'un mağarasında
gölgelere karışsam, arjantin tangolarının argosunu bilsem, çingenelerin
yüzyılların yollarına bıraktıkları sözcükleri derlesem, aristo'nun
komedya'sını bulsam, bütün büyücülerin unuttuğu sihirli kelimeleri ben
hatırlasam,
onca yıl dünyanın onca yerinden toplayıp
biriktirdiğim bütün el yazmalarından, en yeni kalın ciltli güzel
kitaplara varana dek hepsini raflarına dizdiğim bir ilkçağ tapınağına
benzeyen kitaplığımın serin, küçük, yeşil avlusunda sonsuz uykuma
yatsam, ardımdan insanlar, ne güzel mesleği vardı deseler, yazık,
okuyacak ne çok kitabı kaldı geride.
6 Ekim 1993
Latife Tekin
Gözlerimde, bütün yüzeyleri genişletip büyüten bir ışıkla dolaştığım günler...
ruhumla aynı âlem içinde kaldı. Yıllardır, gözlerimin benden ayrı, başka
bir macerası var. Okurken, neyi seyrettiğimi bilmiyorum. Bilsem,
kulağıma "anlam ne tuhaf şey" diye fısıldanmazdı.
Bilge Karasu
Okur kitap arar, ama kitabın da okuru bulduğunu ben çok gördüm.
Açıklanabilir bir şey söylemiyorum belki, ama "rastlantılar"ın çoğu,
açıklayamadığımız için rastlantı görünmez mi?
18. yüzyılın ortalarından bu yana "Serendipli Üç Şehzade" masalından yola çıkılarak
türetilmiş bir sözcüğü var İngilizcenin: Serendipity; aranmakta olmayan
değerli/hoşlanılır bir şeyin insanın karşısına çıkıvermesi anlamında
kullanılan... Elbette, aranmayan şeyin bulunması, olacak şey değil. ne
var ki, "aranmama"yı "o anda aramakta olmamak" ya da "aranması gerektiği
düşünülen yerde aramakta olmamak" diye yorumlarsak, birçok kişinin bu
"Serendiplilik"ten (az ya da çok) pay aldığını kestirebiliriz. Serendip
yağmuru benim de tarlama yağmıştır ara ara.
Bir şey (birçok şey, bir şeyler) öğrenmek için okumak, kitaba yönelmek ile, haz duyulduğu
(duyulacağı umulduğu) için okumağa oturmak arasında, gerçekten, büyük
bir fark var mı? Hatta, herhangi bir fark var mı?
Bir buçuk yıl önce (18 yıl oturduğum evden) taşınmam gerektiğinde kitaplarıma duyduğum
öfkeyi yakınımdakiler hep gördü. "Hepsini satacağım!" diye haykırdım,
söylendim günlerce. Bir iki "göstermelik" satış bile oldu. En az iki bin
kitabımı satmağı tasarladım ya, bugüne dek bu satışın bir parçacığı
bile gerçekleştirilmiş değil. Yıllardır "satacağım" deyişim,
beceremeyişim, "mal"ımdan kopamayışım, alıcı çıksın diye beklerken alıcı
çıktığında mızmızlanacağımı bilişim... Çok başka bir düeyde de
tanıdığım bir duygu bu... Çok sevdiğiniz, birlikte yaşadığınız, onsuz
bir yaşamı düşünemeyeceğiniz ölçüde yaşamınızda yer etmiş kişiler,
varlıklar da, sizi bezdirir arada bir; içinizin bir kuytularında
onlardan kurtulmak istersiniz. O kişinin, o varlığın ölümünü bile
geçirirsiniz usunuzdan, getirirsiniz gözünüzün önüne (tepkinin ilkelliği
apaçık değil mi?). Kendinizi ne kadar bağlı (sözcüğün hemen hemen her
anlamıyla bağlı) duyduğunuzun bir kanıtı değil midir zaten bu çılgınlık?
Çılgınca şeyler düşündüğünüzü de bilirsiniz (suçluluk
duygularından falan söz etmiyorum) çünkü bilirsiniz ki onsuzluk, sizin
de, en azından bir parça ölümünüzdür. Düpedüz. Evet, ölenlerin ardından
yaşandığını, ölenle ölünmediğini herkes bir gün öğrenir. Ama eksilerek,
azalarak, sakatlanarak, bir yeri koparak yaşandığını...
Oysa nesne-kitaptan kopabilmek gerek. Metinden ya da öğreniden söz edilecek
olursa diyeceğim ki, o metin sizi uzun ya da kısa süre besleyip
yaşattıysa, ondan da kopmasını öğrenmek gerek. Özümlediğinizle
yetinebilirsiniz. Vazgeçilmez metinler yok mu? Elbette var; ama ne kadar
az!
–Ne Kitapsız, Ne Kedisiz’den, 1987
Juan Goytisolo
Yazın metni, ne hemen tanınmayı, ne de okur yığınını anında büyülemeyi
amaçlar. Kendisini "okuyacak" kişileri aramaz, "yeniden okuyacak"
kişileri arar, yoksalar, çoğu zaman onları yaratmak zorunluğunu duyar.
İz bırakmak, dal budak salmış yazın ağacına bir şeyler eklemek emelinde
olan yazar önceden bilinen bir ortamda, her zamanki alıcının alışkın
olduğu kurallara uyarak salınmak yerine, okurun düzenini sarsmaktan, onu
bilmediği bir alana sürüklemekten ve ona işin daha başından,
kurallarını hiç bilmediği bir oyun önermekten çekinmez. Okurun
başlangıçtaki o şaşkınlığı, işaret levhalarının bulunmadığı, ayak
basılmamış bir alanda o el yordamıyla ilerleyiş, kitabın sunduğu yeni
ülkeyi düzenleyen gizli yasaları keşfetmek için gerilere dönme gereği,
ona okumanın keyfini tattıracak, yenilikçi sanat önerisini özümsemek
için onu yazarla işbirliği yapmaya yöneltecektir. Farkına bile varmadan,
okur "yeniden-okur"a dönüşecek, o sayede okuduğu ve sonra yeni baştan
okuduğu metni kuşatma ve ele geçirme harekâtına etkinlikle katılacaktır.
Yine aynı noktayı vurguluyorum, yazınsal yapıtın yazarı, sonuçta,
yalnız yapıtını değil, kendi ölçüsüne uygun okur yığınını da yaratır.
Zamandışı metin yaratıcılarından oluşan yıldız kümesini, eleştirmenlerin
şakşakladığı, okur oylamasından geçmiş yazarlar topluluğundan ayıran
şey, bunların gözüne hâlâ yaşıyormuş gibi görünen yapıtları berikilerin
sönmüş ya da ömrünü tamamlamış saymalarıdır. Çağdaşlarının alkışlarına
ya da sitemlerine duyarsız olan yaratıcı yazar, çevresinin ölü
uğraştaşlarla sarılı olduğunu bilir; hem de istedikleri kadar
çırpınsınlar, onur belgeleri ve ödüller biriktirsinler, iskeletsiz
birtakım akademisyenler misali, ölümsüzlüğün şanına ermeyi
düşlesinler... Benim dünyam, örneğin, çağın modalarına ve yasalarına
yabancı bir yazınsal kuraldışılıklar ve istisnalar burcuna dağılmış
bulunmaktadır; dipdiri, sapsağlam varlıklarını sürdüren yazarların
yüzlerce yılın ötesinden adımlarıma ışık tuttuğu mezarlıklardadır;
izleri acımasızca silinip gidecek olan, varlıktan yoksun gölgelerin
büyük keşmekeşinin sahnesinde değil. O yazarların, yazılı sözün
aracılığıyla, yaşayanlarla böyle kaynaşmaları ne sınır tanır, ne çağ.
Yapıtlarını saydığım yazarlarla, değişik kültürlerden ve alanlardan
gelme başka yazarlara, İbni Arabî ile İbni El Fârid'e, Rabelais ile
Swift'e, Flaubert ile Biely'ye, Svevo ile Céline'e, Arno Schmidt ile
Lezama'ya o yoldan bağlıyım. Onların göz kamaştırıcı parıltısı, şamatacı
ve sıradan çağdaş yazınımızın bir görünüp kaybolan hayaletleriyle dolu
bu evrende nereye gitsem benimle birlikte geliyor. Ancak onların sert
kabuğunu delip, "çekirdeğin çekirdeği"ne ulaşan, kabilenin değer
ölçütlerine sırt çevirip onların gerçeğini ele geçiren kişi bu eşsiz,
yinelenmesi olanaksız sese erişecektir: garipliğiyle öbürleri arasından
seçilen ve alışılmış taklitçiler alayının öykünme ya da benzetmelerine
cesaret vermeyen sese. Yazın tarihi, her yazının tarihi, yüzyıllar
boyunca kendi aralarında söyleşiyora benzeyen ve eşsizliklerinin
tılsımıyla bizi büyüleyen o benzersiz seslerin tarihidir.
–Yeryüzünde Bir Sürgün’den
|
|
1995 Düşünce ve İfade Özgürlüğü Hemen Şimdi Herkes İçin
Bütün okurlarımızın Türkiye’de kitap yayıncılığının asude bir meslek, salt
bir kültürel ve ticari faaliyet olmadığını gayet iyi bildiklerini tahmin
ediyoruz. Metis Yayınları’nın bütün geçmişi boyunca Düşünce ve İfade
Özgürlüğü için mücadele etmek gündemimizin birinci maddesi oldu, olmak
zorundaydı. Biz yayıncılar, kendi asli faaliyetimizi sürdürmenin yanı
sıra her zaman üstünde yürüyeceğimiz yolu da döşemek zorundaydık. Bugün
de hâlâ öyledir, çünkü anayasal bir hak olan Düşünce ve İfade Özgürlüğü,
en başta devletin, ama aynı zamanda sivil dünyanın/toplumun içinden de
çeşitli faillerin kimi zaman siyasal, kültürel, kimi zaman doğrudan
şiddete dayalı engellemeleri, baskıları, bahaneleri ve bozundurmaları
ile karşı karşıyadır. Türkiyeli halihazırda bu anayasal hakkını
kullanamamaktadır.
İşte 1995 yılı bu mücadelenin tırmandığı
anlardan biriydi. 22 yayınevi ortaklaşa yaptığımız kampanyayla toplumu,
tabii ki en başta okurlarımızı, bu haklarına sahip çıkmaya çağırdık.
Bilindiği gibi, Türkiye’de devletin ve muhafazakar çevrelerin temel
argümanı, Türkiye toplumunun bu tür hakları doğru bir biçimde kullanmak
için henüz yeterli seviyede olmadığıdır. Biz ise tam tersini
düşünüyoruz: Toplumun çocuksu, olgunlaşmamış kalması, demokratik
eğilimlerin güdüklüğü, tam da bu hakkın toplum tarafından özgürce
kullanılamamasından kaynaklanıyor. Bireylerin ya da toplumun bu hakkı
kullanmak için reşit olacağı ileri bir tarihin beklenemeyeceğini,
sorunun "hemen şimdi", hiçbir bahaneyle ertelenemeyecek kadar acil çözüm
beklediğini ileri sürüyoruz. "Herkes İçin" derken de kastımız şuydu:
Düşünce ve İfade Özgürlüğü genellikle yazar çizerlerle,
entelektüellerle, aydınlarla birleştirilir. Oysa bu hak herkes için
gereklidir. Özellikle de halk için gereklidir. Düşünce ve İfade
Özgürlüğü, entelektüellerin, aydınların bir fantazisi değildir, bir
demokrasinin çalışması için gerek şarttır.
1995’te bu düşüncelerle yazdığımız ortak açıklama ise şöyleydi:
Ülkemizde bugün düşünen, yazan, hatta yayınlayan hapiste. Son olarak da Özgür
Ülke gazetesi bombalandı. Bu, toplumumuzda düşünce özgürlüğüne olan
tahammülsüzlüğün boyutlarını göstermiştir. 20. yüzyılda, konuşan, yazan
aydınlarının sürülmesine, hapse atılmasına, hatta öldürülmesine seyirci
kalan yegâne "demokratik hukuk devleti" Türkiye'dir. Düşüncenin
engellenmesi, toplumsal barışın önündeki bütün yolları tıkamaktadır.
Bizler, Düşünce ve İfade Özgürlüğünü engelleyen, her türlü yasa ve
uygulamanın derhal kaldırılmasını istiyoruz. Toplumumuzu, bizimle
birlikte bu hak ve özgürlüklere sahip çıkmaya çağırıyoruz.
Afa, Alan, Ayrıntı, BDS, Belge, Boyut, Can, Cep, E- Anahtar, Hil, İletişim,
İmge, Kavram, Kıyı, Metis, Öteki, Pan, Papirüs, Sarmal, Say, Ümit ve
Varlık Yayınevleri
|
|
1995 Belleksiz Toplum Yoktur
Kitaplar hem bireysel hem toplumsal hafızanın temel unsurlarıdır. 1995 yılında,
yayınlanmış Metis kitaplarından, farklı yazarlardan birer cümlelik
alıntılar yaparak aşağıdaki kolaj metni oluşturuyor editörlerden Müge
Gürsoy Sökmen. Biz bir yayınevinde biraraya gelen seslerin, az çok
tutarlı bir bütün oluşturduğuna, oluşturabileceğine inanıyoruz.
Yayınevine kişiliğini veren de budur. Metis koleksiyonunu oluşturan
yazarların ve kitapların toplamı rasgele değildir. Bu kısa metni,
birbirlerinden çok farklı seslerin nasıl birbirine eklemlenebildiğine
örnek olarak okuyabilirsiniz:
Belleksiz Toplum Yoktur.
Çocuklarını kurban etmeyi göze alan; yoksulluk, çaresizlik, cehalet gibi
erdemlere sarılarak katliamların üstünden "aman, bir tatsızlık
çıkmasın" duygusuyla atlayıveren toplumlar vardır. – YILDIRIM TÜRKER.
Sonuçta iki seçim kalır ve başka hiçbir şey / İntihar ve Kötülükten
başka. – MURATHAN MUNGAN. Fikirlerimizin büyük çoğunluğu, hiç de akıl
ürünü değildir, göreneklerden ibarettir; mekanik ve anlaşılmazdırlar ve
bize baskı yoluyla benimsetilmişlerdir. – ORTEGA Y GASSET. Bendim ona,
hiçbir düşünce seni ağına düşürmemeli, diyen; yolunu tek başına bul,
diyen; şimdi de dayanıksızlığının tutsağı değil mi? – BİLGE KARASU.
Edebiyatta, felsefede, bilimde, düşünme ve anlatım biçimiyle ilgili,
sorgulamadan kabul ettiğimiz pek çok niteliğin, insanoğlunun kendi
doğasından değil, yazı teknolojisinin bilincimize sunduğu olanaklardan
kaynaklandığını anlayınca, insan kimliği kavramımızı yeni baştan
irdelemek zorunda kalmış bulunmaktayız. – WALTER J. ONG. Tavşan
besleyen, midesi ile özgürlüğü arasında bir türlü karar veremeyen bir
canlıyla uğraşmayı da öğrenmelidir. – ORUÇ ARUOBA. Yaşam, sıradanlığını
sürdürdükçe, diyeceğim insanlar işine gücüne baktıkça, köklü bir biçimde
zorlanmadıkça oldukça açıktır. Sıradanlık bozulunca açıklık çözülür,
tuhaf düşünceler, algılar, duygular baş gösterir. Düşünceler, tıpkı
kelebekler gibi, yalnızca varolmakla kalmaz; gelişir, başka düşüncelerle
ilişkiye girer, etkide bulunurlar. – PAUL FEYERABEND. Ancak ölü
kelebekler uçuşur yelle birlikte. – ERTUĞRUL OĞUZ FIRAT. Ne de olsa,
yaşamımız boyunca hepimizin karşısında bir gözdağı olarak duran bir
yazgı "aklını yitirme" kavramı. Bir zamanlar saçma, olanaksız, benim
değil, başkasının başına gelebilecek bir şey olarak niteleyeceğim bir
olasılıktı bu. – KATE MILLETT. Sabır, ümitten daha uzun ömürlü olabilir.
– URSULA K. LE GUIN. Dolayısıyla bizler, ne her türlü çoğulluğun,
çeşitliliğin reddedildiği homojen bir zemine mahkûmuz, ne de içinde
hiçbir homojenliğin, hiçbir ortak tartışma alanının olmadığı bir
çoğulluk zeminine. Tersine, çoğulluk ve birlik karşılıklı olarak
birbirlerini güçlendirirler ve birbirlerine ihtiyaçları vardır. –
OLIVIER ABEL. Dolayısıyla, uç veren buğdaya kulak kabartmak, gizli
kalmış potansiyelleri yüreklendirmek, tarihin saklı tuttuğu tüm bir
arada yaşama eğilimlerini dürtüklemek; ayrıca bütün bu yeni toplumsal
ifade biçimlerini şaşırmaksızın, tiksinmeksizin, karşı çıkmaksızın
karşılamaya hazır olmak gerekmektedir. – C. LÉVI-STRAUSS. Heterojenliği
ve farklılığı tanıyabilen, ama her birimizi yalnızca bir yönle
tanımlayan bir özcülüğe teslim olmayan, yeni bir politik dil bulmak
zorundayız. – ANNE PHILLIPS.
|
|
1997 I 15. Yıl Hayaller Fikirler Sorular
1997 sonbaharında Metis’in 15. yaşını kutluyoruz. Geride bıraktığımız döneme
baktığımızda çabalarımız üç tema etrafında yoğunlaşıyor: Hayaller
Fikirler Sorular. Belli ki bunlar Türkiye’deki genel akıntının tam tersi
yönde. Hayal kurmayı, olağan gidişatın sınırlarını zorlamayı, yaratıcı
davranmayı önemsiyoruz ve okurlarımıza bunu yansıtmaya çalışıyoruz.
Fikirlere, fikirlerin önemine, zihinsel alışverişe, eleştirel düşünmeye
ve bunların birikerek bir alışkanlık halini almasına vurgu yapıyoruz.
Hiçbir verili düşünce ve söylemin eleştiriden azade olmadığını, her
yerleşik düşüncenin irdelenmeye, sorgulanmaya muhtaç olduğunu
vurgulayarak, tekrar tekrar soru sormak istiyoruz.
1929 yılında İstanbul semalarında bir zeplin. Simgesel bir önemi var bu zeplinin. Hem
insan yaratıcılığını ve özgürlüğünü simgeliyor, hem Türkiye ile ilgili
bir kara deliği hatırlatıyor: Fikirler, tasarılar, mallar ve teknik
Batı’dan geliyor bu ülkeye. Bu olgu Türkiye’de birçok insanın çabasını
beyhudeleştiriyor, "cami önünde salyangoz satıcısı" konumunu doğuruyor.
Ülkenin siyasi, kültürel ve bürokratik seçkinleri bu durumu korumayı ve
sürdürmeyi tercih ediyorlar, bunun için ellerinden geleni yapıyorlar.
Bir yerde seçkinliklerinin koşulu bu. Geniş kitleler sanattan ve
nitelikli bir eğitimden bile isteye uzak tutuluyor.
Öyleyse akıntıya karşı kürek mi çekiyoruz? Tam olarak değil. Çünkü ortaya atılan
yeni fikirler gitgide ana akıntıların tersi yönde alt akıntılar
oluşturuyor. Türkiye değişiyor. Daha önce ağza alınamayanlar
tartışılabiliyor, bir süre sonra yeni kuşaklar bu fikirlerin içine
doğuyor.
|
|
1998 Hayat bunlardan ibaret değil. Yeter ki ötesine bakabilelim Kitaplar bunun için var
1998 tipik bir Türkiye yılı. Ama galiba olup bitenler bütün bir toplumda
genelleşmiş bir bezginlik yarattı. Adı konmuyorsa da bir tür iç savaş
sürüyor. Trafik canavarı, yükselen Siyasal İslam, Kürt sorunu ve bunlar
bahane edilip "derin devlet" lafzının arkasına gizlenerek yürütülen
devlet terörü, Demireller, Çillerler, Erbakanlar, soyguncu işadamı ve
işkadınları, hırsız siyasetçiler ve Fethullah hocalar gündelik hayatı
zaptediyorlar. Bu koşullarda hayatta kitaba yer yok. Kitaplar ve onların
temsil ettiği her şey daha baştan kaybetmiş gibi. Politik alanın sonu
gelmiş gibi. Bir savaşın aciliyetinde ve aktüelliğinde düşünceye yer
yok.
1998’den itibaren bu ruh hali yıllarca varlığını sürdürecek,
99 İzmit depremiyle, siyasi cinayetlerle, toplumun gitgide
militaristleşmesiyle katmerlenecek.
Hayatın bunlardan ibaret olmadığını hatırlatmak istiyoruz. Direnme gücünün ancak bu
dayatılanların ötesine bakabilmekten, manzaranın arkasını okuyabilmekten
kaynaklanacağını söylüyoruz. Kitapların tam da bu nedenle var olduğunu
söyleyerek, kitaplara hayatımızda yer açmak istiyoruz.
|
|
2002 I 20. Yıl
Böylece 20 yıl geçti. Bu süre içinde emekleri, fikirleri, destekleriyle sayısız
insanın katkısı oldu yayınevine. Tümüne, kitabevi ve dağıtım
çalışanlarına ve devam edebilmemizde asıl gücü veren okurlarımıza
teşekkür ediyoruz.
EMEKLERİ, FİKİRLERİ, DESTEKLERİYLE METİS YAYINLARI’NI VAREDEN,
Abdullah Onay, Abdullah Şen, Abidin Dino, Adalet Ağaoğlu, Adnan Ekşigil, Adnan
Yalçınlar, Afşar Timuçin, Agah Özgüç, Ahmet Cemal, Ahmet Çiğdem, Ahmet
Doğukan, Ahmet Güntan, Ahmet Hakan, Ahmet İnsel, Ahmet Kehri, Ahmet
Kocaman, Ahmet Necdet, Ahmet Oktay, Ahmet Sipahioğlu, Ahmet Soysal, Aksu
Bora, Alaettin Aksoy, Alev Alemdar, Alev Türker, Ali Akay, Ali
Babaoğlu, Ali Bucak, Ali Çakıroğlu, Ali Ekeyılmaz, Ali Erdemci, Ali
Menteş, Ali Tükel, Alper Oysal, Arda Denkel, Aron Aji, Aslı Biçen, Aslı
Karasuil, Asuman Erdost, Aşkın Demir, Atilla Akar, Atilla Birkiye, Arzu
Etensel İldem, Arzu Gökçen, Avi Pardo, Aybars Erözden, Aydın İşisağ,
Aydın Uğur, Aykut Çelebi, Aykut Derman, Aynur İlyasoğlu, Ayperi Ecer,
Aysel Bora, Ayşe Buğra, Ayşe Durakbaşa, Ayşe Eyüboğlu, Ayşe Gül Altınay,
Ayşe Kadıoğlu, Ayşe Öncü, Ayşe Özmen, Ayşe Tütüncü, Ayşegül Denkel,
Ayşegül Devecioğlu, Ayşen Gür, Ayşenur Aslan, Balkan Naci İslimyeli,
Banu Büyükkal, Banu Gürsaler, Barbaros Altuğ, Barış Müstecaplıoğlu,
Barış Pirhasan, Başak Ertür, Behiç Ak, Bejan Matur, Belma Aksun, Beril
Eyüboğlu, Berke Vardar, Berna Ülner, Bilge Karasu, Bilgin Saydam, Bülent
Akkoç, Bülent Erkmen, Bülent Somay, Bülent Tanatar, Bünyat Dinç, Cahide
Birgül, Can Kurultay, Canan Arın, Canan Çakaloz, Candan Etili, Celal
Kanat, Celal Üster, Celil Oker, Cem Atbaşoğlu, Cem Erciyes, Cem
Soydemir, Cem Taylan, Cemal Bali Akal, Cemal Ener, Cemal Güzel, Cengiz
Can, Cengiz Kuşçuoğlu, Cevat Çapan, Cüneyt Akalın, Cüneyt İşcan, Cüneyt
Türel, Cüneyt Vardar, Çağla Bakış, Çağlar Keyder, Çağlar Tanyeri, Çiğdem
Erkal İpek, Deniz Akidil, Deniz Bilgin, Deniz Erksan, Deniz Göktürk,
Deniz Kandiyoti, Deniz Sezer, Devrim Sevimay, Didem Baskın, Dilek
Barlas, Dilek Çokluk, Doğan Hızlan, Doğan Özlem, Dost Körpe, Duygu
Köksal, Ece Temelkuran, Egemen Berköz, Elif Daldeniz, Elif Naci, Elif
Şafak, Emel Abora, Emel Ergun, Emil Galip Sandalcı, Emil Keyder, Emine
Özkaya, Emre Senan, Ender Gürol, Engin Geçtan, Enis Sakızlı, Erdağ
Aksel, Erdal Akalın, Erdim Öztokat, Erendiz Atasü, Ergin İnan, Erol
Akyavaş, Erol Hızarcı, Erol Köktürk, Erol Öz, Ertuğrul Kürkçü, Ertuğrul
Oğuz Fırat, Esin Talu Çelikkan, Evren Erem, Ezel Akay, Falih Köksal,
Faruk Şüyun, Fatih Erdoğan, Fatih Özgüven, Fatma Akerson, Fatma Taşkent,
Fatma Tülin Öztürk, Fatmagül Berktay, Fehmi Çalmuk, Fehmi Hasanoğlu,
Ferda Erdinç, Ferda Keskin, Ferhan Ertürk, Ferhat Ünlü, Ferhunde Özbay,
Feride Çiçekoğlu, Feridun Andaç, Ferruh Gencer, Ferruh Yılmaz, Fethiye
Çetin, Fevzi Karakoç, Fevziye Sayılan, Feza Kürkçüoğlu, Fikret İlkiz,
Filiz Aygündüz, Filiz Bingölçe, Firuz Kutal, Fuat Toper, Füsun Akatlı,
Füsun Üstel, Gamze Varım, Giovanni Scognamillo, Gökhan Çetinsaya, Gönül
Çapan, Gül Işık, Gülay Köksu, Gülay Kutal, Güler Güven, Gülnur Savran,
Gülseli İnal, Gülsün Karamustafa, Gülşat Aygen, Gündüz Vassaf, Güniz
Can, Gürol Irzık, Güven Savaş Kızıltan, Güven Turan, Güzide Güney,
Güzide Gürbüz, Güzin Dino, Güzin Özkan, Hakan Altınsay, Hakan Denker,
Hakan Yücel, Haldun Bayrı, Haldun Gülalp, Halil Gökhan, Halil İbrahim
Özcan, Haluk Barışcan, Hamdi Ateş, Haluk İnanıcı, Hamit Sümbül, Haşim
Sümbül, Haşmet Topaloğlu, Hayrettin Aydın, Hıdır Göktaş, Hilmi Bitim,
Hilmi Yavuz, Hulki Aktunç, Hülya Ekşigil, Hür Yumer, Hüseyin Karabey,
Hüseyin Sorgun, Hüseyin Sönmez, Hüsnü Arkan, Immanuel Wallerstein, Işık
Abel, Işık Ergüden, Işık Gencer, Işın Bengi, Işın Gürbüz, İbrahim
Altınsay, İbrahim Somay, İhsan Bilgin, İhsan Yılmaz, İlhan Tekeli,
İoanna Kuçuradi, İpek Babacan, İpek Çalışlar, İrfan Sayar, İrma
Dolanoğlu Çimen, İskender Savaşır, İsmail Kara, İsmail Yerguz, İsmet
Doğan, İsmet Zeki Eyüboğlu, Jale Parla, Jean Stein, Joelle Danon, John
Berger, Kadri Gürsel, Kaya Şahin, Kemal Atakay, Kemal Başar, Kemal
Sayar, Kerem Çalışkan, Kezban Akçalı, Kezban Arca Batıbeki, Komet,
Kutluğ Ataman, Lâle Müldür, Laleper Aytek, Latif Demirci, Latife Tekin,
Levent Akın, Levent Aydeniz, Levent Cinemre, Levent Efe, Levent Kavas,
Levent Mollamustafaoğlu, Levent Yılmaz, Leyla Erbil, Leyla Gülçür, Leyla
Navaro, Lokman Şahin, Mahmut Mutman, Mahmut Temizyürek, Manuel Çıtak,
Maria Sarı, Mehmet Ali Gencer, Mehmet Budak, Mehmet Ergüven, Mehmet
Güleryüz, Mehmet Güreli, Mehmet İnhan, Mehmet Moralı, Mehmet Sönmez,
Mehmet Tanju Kaya, Mehmet Tekin, Mehmet Ulusel, Mehmet Yaşın, Melahat
Togar, Melih Baş, Melih Gürsoy, Meltem Ahıska, Meltem Cansever, Memet
Fuat, Meral Özbek, Merve Erol, Mete Çubukçu, Metin And, Metin Çetin,
Metin Kaçan, Meyda Yeğenoğlu, Mısra İlden, Murat Belge, Murat Hocaoğlu,
Murat Kelkitlioğlu, Murat Koçak, Murat Uyurkulak, Murathan Mungan,
Mustafa Arslantunalı, Mustafa Ata, Mustafa Atakay, Mustafa Horasan,
Mustafa Yılmazer, Mustafa Ziyalan, Müfide Pekin, Müfit Özdeş, Müge
İplikçi, Müge Sözen, Müjgân Halis, Mürşit Balabanlılar, Nadire Mater,
Nail Satlıgan, Naim Dilmener, Nasuh Barın, Nazan Aksoy, Nazlı Korkut,
Nazlı Öktem, Nazmiye Güçlü, Necati Erkurt, Necdet Neydim, Necdet Teymur,
Necmettin Sevil, Necmi Zeka, Necmiye Alpay, Nedim Şener, Nedret
Öztokat, Nedret Pınar, Nermin Menemencioğlu, Nesrin Kasap, Nesrin Tura,
Neşe Benli, Nezihe Meriç, Nigar Çapan, Nihal Akbulut, Nilüfer Göle,
Nilüfer Güngörmüş, Nilüfer Kuyaş, Nimet Tuna, Niyazi Zorlu, Nuran Kutlu,
Nuran Yavuz, Nuray Mert, Nurdan Gürbilek, Nurettin Elhüseyni, Nurhan
Borand, Nuri Akbayar, Nursel Duruel, Nükhet Gökaltay, Oğuz Cebeci, Oktay
Döşemeci, Oktay Özel, Olivier Abel, Onat Kutlar, Onur B. Kula, Oral
Çalışlar, Orhan Duru, Orhan Koçak, Orhan Pamuk, Orhan Suda, Oruç Aruoba,
Osman Çakaloz, Osman Senemoğlu, Ömer Aslan, Ömer Demircan, Ömer
Laçiner, Ömer Madra, Özkan Gözel, Peral Bayaz, Petek Kurtböke, Pınar
Besen, Pınar İlkkaracan, Pınar Kazma Çınar, Pınar Kür, Ramazan Yavuz,
Raşit Çavaş, Reha Çamuroğlu, Reha Erdem, Remzi Ayhan, Rıza Tura, Roni
Margulies, Roza Hakmen, Ruşen Çakır, Sabiha Banu Yalkut, Sabir Yücesoy,
Sabri Gürses, Sadık Karamustafa, Sadık Yemni, Saffet Günersel, Saffet
Murat Tura, Salih Ecer, Saliha Paker, Sami Oğuz, Sedef Öztürk, Sefa
Kaplan, Selahattin Erkanlı, Selahattin Özpalabıyıklar, Selçuk Demirel,
Selda Arkan, Selim İleri, Selim Yazgan, Sema Postacıoğlu, Semih Vaner,
Semra Somersan, Sennur Sezer, Serdar Çömez, Serhan Ada, Serhan Keser,
Serhan Yedig, Serkan Seymen, Sermet Tolan, Serpil Çakır, Serra Yılmaz,
Sevgi Sanlı, Sevgi Tamgüç, Sevinç Yavuz, Sevkuthan Karakaş, Sezer Duru,
Sırma Köksal, Sıtkı M. Erinç, Sibel Gökçen, Sinan Fişek, Siren İdemen,
Soli Özel, Sosi Dolanoğlu, Sönmez Güven, Stella Ovadia, Suat Karantay,
Suavi Güney, Sumru Ağıryürüyen, Suna Aras, Sunay Girgin, Sungur Savran,
Süha Derbent, Süleyman Seyfi Öğün, Süleyman Özkur, Şadan Karadeniz,
Şahika Yüksel, Şahin Beygu, Şara Sayın, Şavkar Altınel, Şebnem Kara,
Şebnem Susam, Şemsa Gezgin, Şemsa Özar, Şen Süer, Şengül Kılıç,
Şerafettin Turan, Şerif Mardin, Şeyhmus Diken, Şiar Yalçın, Şirin
Tekeli, Taha Parla, Tahsin Yücel, Talat Parman, Talat Sait Halman, Talat
Tekin, Tan Oral, Tanıl Bora, Tansu Açık, Tarık Dursun K., Tarık
Erdoğan, Tayfun Atay, Tayfun Demir, Teoman Aktürel, Tevfik Turan,
Timuçin Gürer, Timuçin Unan, Tomris Uyar, Tonguç, Tuba Çele, Tuğrul
Eryılmaz, Tuğrul Paşaoğlu, Tuna Erdem, Tuncay Birkan, Turan Dursun,
Turgay Kantürk, Turgay Kurultay, Turgay Tekatan, Turhan Günay, Türker
Armaner, Uğur Kökden, Ulus Baker, Ülker Gökberk, Ülkü Tamer, Ümit
Kıvanç, Ünal Nalbantoğlu, Vaner Alper, Vedat Günyol, Vehbi
Hacıkadiroğlu, Veysel Atayman, Victoria Holbrook, Vivet Kanetti, Yael
Navaro Yaşın, Yahya Koçoğlu, Yaprak Zihnioğlu, Yaşar Avunç, Yaşar
Çabuklu, Yaşar Kemal, Yavuz Erten, Yeşim Erim, Yeşim Tükel, Yetkin
Başarır, Yıldırım Koç, Yıldırım Türker, Yıldız Olgun, Yılmaz Öner, Yiğit
Bener, Yurdanur Salman, Yusuf Eradam, Yusuf Karıksız, Yücel Göktürk,
Zafer Aracagök, Zafer Toprak, Zehra Toska, Zehra Yılmazer, Zeynep Arman,
Zeynep Avcı, Zeynep Direk, Zeynep Oral, Zeynep Sayın, Zühtü Bayar,
Zülfikâr Ali Aydın ve adını sayamadığımız daha birçoklarına,
KİTABEVİ VE DAĞITIM ÇALIŞANLARINA, DEVAM EDEBİLMEMİZ İÇİN GÜÇ VEREN OKURLARIMIZA TEŞEKKÜR EDİYORUZ.
|
| |